Dünyaya geldiğimiz andan itibaren farklılıklarımızın bilinciyle büyüyor, kendimizi böyle tanımlıyoruz. Ait olduğumuz yeri belirleyen inançlarımız, yaptıklarımız, seçimlerimiz, yaşadığımız toprakların da ötesinde hatta bütün bunlardan daha önemli olarak kadın ya da erkek oluşumuz.
Cinsiyet denen bu olgu toplumdaki yerimizi, değerimizi, bize biçilen rolleri, bizden beklentileri biçimlendiriyor. Günlük yaşamdaki tanımlarımızda bile cinsiyetçi ifadeler kullanmıyor muyuz? Gebe olduğunu bildiğiniz arkadaşına ilk sorduğumuz soru ne? Bu sorular ve elbette bildiğimiz yanıtlar uzayıp gider.
İnsanlık toplu yaşama alışkanlığını kazandığından beri, kutsal metinlerin de büyük desteğiyle cinsiyetlere ait roller belirlenmiş ve biçimlenmiş. Kadının ve erkeğin ne yapması, nasıl yaşaması gerektiği kendisine büyük bir başarıyla belletilmiş. Bunun sonucunda kadın, erkeğe göre ve onun bakış açısıyla tanımlanmış. Birey ve öznel olmaktan uzak, kendisine dayatılan rolleri benimsemiş. Bu kültürel kodlamayla gelenekselleşen kadın kimliği de yaşamın hayhuyu içinde anadan kıza, geline; nesilden nesile aktarılagelmiş.
Dinler, savaşlar, endüstrileşme, modernleşme, küreselleşme, popüler kültür, işsizlik, yoksulluk derken kadının aile içindeki konumu da, gelirin aile içindeki dağılımı da, sosyal hakların kullanımı da hepten eşitlikten uzaklaşmış.
Yirminci yüzyılda kadın yol ayrımına geldiğinde ya toplumsal normları kabul ederek yaşamak zorunda olduğunu ya da kendi olabilmek için çabalaması gerektiğini fark etmiş. Toplumun ve ailenin namusunu olduğu gibi kadının sırtına yükleyen erkekler tarafından eğitim, çalışma, hayata aktif katılma hakları elinden alınmışken ya da sıkı bir kontrol altındayken bu varoluş çabasını sürdürebilmek de kolay olmamış tabii. Kendi olmaya çabalamanın, görünür olmanın yollarından biri olan evlilik; kendi evine, kendi eşyalarına, görece kendi hayatına sahip olmanın da yolu gibi görünmüş hâlâ da görünmekte pek çok kadına. Aşkla evlenip, bir ömür boyu el ele yaşayacağına, korunup kollanacağına, mutlu olacağına, kuralları aşmış, toplumsal kabul görmüş olacağına inanırken bir de bakmış ki yaşayacak başka bir yeri olmadığından içinde kaldığı, gittikçe eksildiği, kaybolduğu bir kapanın içine kıstırılmış. Diğer yol ise belki daha zor ama kadının hamurunun isyandan, üretmekten, mücadeleden karıldığını da unutmamak lazım. Direnen, değişen, güçlenen kadın kendisi için konulmuş kuralların dışına çıkmış, kendini yeniden yaratmış.
Tüm bu kuşatılmışlık içinde bile erkeğin onurunu, toplumun düzenini en çok zedeleyen kadının namusu olmuş ki bunun da bir bedeli olmuş, olmakta ve kim bilir ne zamana kadar da ödenecek. Yine de kadın kendi sırtında taşıdığı o namus belasının ağırlığını erkeklerle paylaşmakta hatta namusun yalnızca bacak arasında gezinen bir şey olmadığını anlatmakta çok kararlı.
Kadın, erkek, namus dedikten sonra sıra geldi aldatma meselesine.
Edebiyata bolca malzeme sağlayan aldatma ta Homeros'a kadar dayansa ve Helen uğruna Truva yanıp yıkılmış olsa da sözü Shakespeare'den başlatalım.

Balzac, Vadideki Zambak'ta evli olduğu halde genç Felix de Vandenesse'ye aşık olan Madam de Morsauf'e kocasını aldatmasa bile aşkın bedelini kederinden hastalanmakla, mide kanserinden ölmekle ödetir.
Emma Bovary ise kocası Charles ile yaşadığı sahte ve anlamsız evlilik yerine okuduğu kitaplardaki gibi arzularının peşine düşmek ister. Noter katibi Leon ile yaşadığı platonik aşkın sonrasında kaba bir toprak ağası olan Rodolphe'un metresi olur ve sonunda yine Leon'un kollarına atılır. Birikmiş borçlar, kalp kırıklıkları, arzuladığı yaşama asla kavuşamayacağını fark etmesiyle yüzeye çıkan utanç tüm direnişini kırar. Arsenik içerek intihar eder. Kendi yaşamının öznesi olmak için arzularının peşinden koşan Emma erkek egemen toplumun nesnesi haline gelmiştir.
Tolstoy'un Anna Karenina karakterini Puşkin'in büyük kızı Maria'dan esinlenerek yazdığı söylenir. Yine söylentilere göre Anna'nın kendini trenin altına atarak intihar etmesini aynı şekilde intihar eden komşu kadından, evlilik dışı hamileliğini de kendi kız kardeşinden ilham almıştır. Edebiyat hayatı taklit etmiyor da ne yapıyor işte... Anna kocasını aldatırken aşkı aramaz; aşkını belli etmeyen, yenilemeyen, sürdürmeyi beceremeyen kocasının karşısında ona aşık olan ve kendine aşık etmeyi bilen genç bir subayın peşine takılır. Çevre baskısına cesurca göğüs gerer ama sevdiği adamla kocası arasında kalmanın hem de birbirinden pek de farkı kalmamış iki ilişki arasında kalmanın bedelini canıyla öder. Onu ölüme götüren iç dünyasındaki keder ve karmaşadır.
Anna ve Emma kendi hikayelerinin kahramanıyken Madam de Renal öyle değildir. Stendhal Kırmızı ve Siyah'ta Julien Sorel'in dönüşümünü anlatır. Ancak bu dönüşümün mimarı Madam de Renal'dir. Onun ölümü Anna ve Emma gibi ayrıntılarıyla sunulmaz okura. Önemsenmez, o da Sorel'in özne olduğu hikayenin içinde Sorel'in ve Stendhal'in nesnesidir.
Çok daha yakından tanıdığımız Aşk-ı Memnu romanındaki Bihter ise hem annesinin kötü isminden kurtulmak hem de parası için evlenir Adnan Bey'le. Evliliğinde bir türlü bulamadığı duygusal ve tensel mutluluğu aynı çatı altında yaşadığı Behlül'de bulur. Onu öfkeli ve kederli bir kadın haline getiren bu yasak aşk aynı zamanda annesine benzeme düşüncesiyle kendi iç dünyasındaki çatışmayı da güçlendirir. Sonuç intihardır.
19.yüzyılda yaşamış pek muhterem erkek yazarların kaleminden çıkan bu eserlerde toplum eleştirisi olduğu kadar toplumun kendisine biçtiği role sığmayan, arzularının ve hayallerinin peşinden giden kadınların ödemek zorunda oldukları büyük bedel hikaye edilmiştir. Ama hikaye eden erkek, hikaye edilen kadındır.
Aradan çok da fazla zaman geçmeden 20.yüzyıl eserlerine göz attığımızda aynı hikayenin kadınlar tarafından yazıldığında nasıl da değiştiğini görebiliriz. Pek uzağa gitmeden Sevgi Soysal'dan Tante Rosa, İnci Aral'dan Ölü Erkek Kuşlar, Adalet Ağaoğlu'ndan Ölmeye Yatmak ve daha niceleri sayılabilir elbette.
Bir yandan Ursula K.Le Guin'den Karanlığın Sol Eli'ni okuruyup diğer yandan Madam Bovary'ye göz atmam gerekince böyle bir yazı çıktı ortaya. Biraz uzun oldu, affola ;)