Lizbon'a Gece Treni, yazar Pascal Mercier'nin (asıl adı Peter Bieri) üçüncü romanı. Felsefe öğrenimi görmüş, Bern'de doğmuş, Berlin'de yaşıyor.
Kitap Türkçe'ye İlknur Özdemir tarafından çevrilmiş. Daha önce Turkuvaz Kitap tarafından yayımlanmış. Benim elimde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yapılmış 9. Baskısı var.
Bu kitabı okumakta geç kalmış olduğumu itiraf etmekle başlamalıyım yazıma. İyi yazılmış bir roman olmasının ötesinde felsefe ögeleriyle zenginleştirilmiş, okuru da kendi içinde bir yolculuğa çıkaran, iç hesaplaşmaya götüren güzel bir metin.
Öğrencilerinin Mundus adını verdiği Raimund Gregorius eski diller uzmanıdır. Doğduğu şehirde, mezun olduğu lisede, her günü bir öncekinin aynı yaşayan, alışkanlıklarından vazgeçmeyen, mesleğinde hiç hata yapmayan, öğrencileri ve meslektaşları tarafından saygı gören eski kafalı bir adamdır. O sabah yağmur altında derse yetişmeye çalışırken köprünün üzerinde -atlayacağını düşündüğü- bir kadının hayatını kurtarmak isterken kendi hayatındaki eksiklerin, ölüme ne kadar yaklaştığının farkına varır. Kadının Portekizce söylediği bir kelimenin kulağındaki tınısı onu öyle etkiler ki bu kelimenin peşine düşer. Ve artık elinde Amedeu de Prado'nun kitabı vardır. Kitabın adı "Sözlerin Kuyumcusu"dur.
Kitapçı giriş yazısını çevirir:
"Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşamanın üzerinden kayıp gider, sonunda kağıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır......"
Hayatını eski dillere, kelimelere, kitaplara adamış biri için bu sözler kendisi için yazılmış gibidir. Gregorius kitabı alır ve o gece Portekiz'e gitmeye karar verir. Prado'yu bulacaktır. Trenle Lizbon'a doğru giderken bir yandan kitabı anlamaya bir yandan da her şeyi bırakıp gitme kararından vazgeçmemeye çalışmaktadır.
Bazı istasyonlarda, aktarmalarda kendi hayatından sahneler canlanır gözünde, tekrar düşünür. Lizbon'a geldiğinde Prado'nun doktor olduğunu ve otuz bir yıl önce öldüğünü öğrenir. Bu durumda elindeki kitap ölümünden sonra başka biri tarafından basılmış olmalıdır. Gregorius yabancısı olduğu bu şehirde Prado'nun izini sürerken aynı zamanda kendi hayatının, hayal kırıklıklarının, geçmişinde biriktirdiklerinin, özlemlerinin de izini sürmeye başlar.
Prado edebiyata tutkunken babasının isteğiyle doktor olmuştur. Herkesin sevdiği, başarılı, saygın bir adamdır. Ama kendi içinde çok fazla yarası olan, güvensizliklerini, çelişkilerini hırsının arkasına saklamayı becerebilen incinmiş biridir. Salazar döneminde, direniş örgütünde çalışmış, aşık olmuş, ihanete uğramış ve ne zaman geleceğini bilmediği ölümü büyük bir cesaretle beklemeye başlamıştır. Gregorius onun kitabını okuyup, hayatının izini sürerken kendi hayata bakışı da değişir.
Kitabın bence en önemli özelliği sosyal konumları, aile yapıları, hayatları, hayata bakışları birbirinden tamamen farklı olan iki kişinin aynı metin üzerinde buluşup kendi hayatlarını anlatma, anlama ve anlamlandırma çabası. Kitabın içinde bir başka kitap ve pek çok da mektup okurken, dilin ustalıkla farklılaştırılması sebebiyle, gerçekten iki farklı kitap okuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Böylece isteyen için ikisinden birini tercih etme şansı da doğuyor. Ayrıca her okur için kendi özel metnini okuma, yaratma olanağı veren bir roman.
Son cümle bunu çok güzel özetliyor.
"Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir."