Quantcast
Channel: Fatma Burçak: Hikayesini Arayan Okur
Viewing all 239 articles
Browse latest View live

Bir Fasit Daire ya da Islak Oğlan Hikâyesi

$
0
0
En son çıkan öyküler toplamı Metal Hayatlar ile son günlerde sıkça adını andığımız Berna Durmaz'ın benim için en sevgili kitabı Bir Fasit Daire. Tüm öykülerini severek okumama rağmen bu kitaptaki öyküler, dil, bütünlük ve metnin içine gizlenen çingene mitolojisiyle beni büyülüyor.

Kökeni Mısır'a ve Ön Asya'ya dayanan, altı bin yıllık bir geleneği olan Kakava Şenlikleri her yıl 6 Mayıs'ı izleyen üç gün boyunca tekrarlanan törenlerle canlandırılır.
Söylencenin iki biçimi var:
Eski Mısır'da Tanrı-Kral Firavun döneminde zulme uğrayan Kopt halkı Musa'dan aldıkları cesaretle Mısır'dan kaçar. Ancak grubun gerisinde kaldıklarını fark etmezler. Kızıldeniz Hz.Musa ile beraberindekiler karşıya geçtikten sonra kapanınca Kopt halkı da liderleri Baba Fingo ile sulara gömülür.
ya da...
Musa'nın peşine düşen Firavun ordusunun içinde zulüm gören Koptlar'dan bir grup da vardır. Firavun, Musa'yı yakalama şartıyla onları rahat bırakacağına söz vermiştir, özgürlüklerini kazanacaklardır. Musa'nın karşı kıyıya geçmesinden sonra Kızıldeniz kapanınca liderleri Baba Fingo ve Kopt savaşçıları suda boğulur.
ve...
Anlatılan her iki biçimde de Baba Fingo ölmemiş, lanetlenerek sulara hapsedilmiştir. Bir bahar günü yaşananlar, yine bir bahar günü Baba Fingo'nun sudan çıkıp gelmesiyle mutlu sona ulaşacak ve lanet bitecektir. Berna Durmaz'ın öyküleri, Baba Fingo söylencesinin izinde okuduğumuzda daha derinleşiyor, çok daha güzelleşiyor.

Öyküler yedi bölümde toplanmış. İlk bölüm Cemafer adını taşıyor ve sadece bir öykü var. Öykünün adı: Zurna Dediğin Delikli Boru. Cemafer'in ölmesi ya da bir türlü ölememesiyle açılıyor kitap. Zurnacı Cemafer, zurnanın kendinden sonraki sahibi gelip de zurnayı almadan canını teslim etmiyor. Anlatacağını zurnasına üflediğinden onu hak eden gelip aldığında zurnadan çıkan ses söze, ağıta dönüşüyor.
"Ne yüzler ne insanlar gelir geçer de bir zulüm kalır yeryüzünde. Bir fasit dairedir zulüm, kuyruğunu yutmuş yılan... Döner döner tekrarlanır, döner döner tekrarlanır, döner..."
İkinci bölümün adı, Ayni Babam; yine bir tek öyküyle geçiyoruz bu bölümü: Aşkın Mabedi de Tendir Hadisi de. Kasım Emin ile tanışıyoruz bu öyküde, hem söze aşıktır hem Sedef'e. Ayni Baba'nın bir çatı altında bulduğu "ıslak oğlan"dır o. Lakin sözü söyleyeni de söyleteni de pek sevmezler; ister âşık, ister âlim pek farkı yoktur akıbetlerinin. Onlar ancak Kel şehrine yakışır, orada yaşarlar.
"Nehirden çıkıp gelen sevdikleridir onların. Gömüldüğü sulardan geri geleceğine inanırlar ve beklerler her yıl aynı vakitte. Belki gelir, gelmiştir, lakin insanın insana ettiği yüzyıllardır değişmez, yeniden boğarlar onu suda."
Zarif adını taşıyan üçüncü bölümde üç öykü var: İlk öykü, Bir İğne Bin Minnet Doğurur Günün Birinde. Hiçbir yere sığmayan, diğerlerine benzemeyen Hasret ile onun gibi yerinde duramayan Zarif'in öyküsünün başlangıcına gidiyoruz.
"Sendeleyerek durmaya çalıştım, yüzüne baktım Zarif'in, su yeşili gözlerine. İçinde bir nehir akıyordu, yeminle, kimseye anlatamazsın bunu. O duruyordu, nehir akıyordu hâlâ. Suyun kabaran köpükleri bedeninden taşıyordu."
İkinci öykü: Şişenin İçinden Baktım Eşyaya. Hasretin ailesini, annenin toplumsal kabuller için kızı Hasret'e ettiği zulme tanık oluyoruz. Kadınların yönettiği bu görünmez hapishanenin kurbanlarından biri de Hasret'in şarapçı babasıdır ki kızı için yapabildiği sadece sessizce gözlerini kapatmaktır.
"Vay, dedim, kendi kurduğum çemberime tutuldum. Çemberler böyledir, başı sonu yok ya, girişi çıkışı olmaz. Kendi içinde döner döner, bir nokta olur. Büzüştüm, bir nokta oldum oturdum ortasına."
Üçüncü öykü: Göğün Altı Varken. Dünya zalimdir, birbirinin elinden tutan Hasret ile Zarif'i kendi haline bırakmaz. Yaka paça tutar, döver, zulmeder. Oysa onların eve, kulplu kulpsuz fincanlara, halılara, iğneyle ince ince işlenmiş oyalara ihtiyacı yoktur. Başlarının üstündeki en güzel çatı gökyüzüdür.
"Yol boyu Zarif zurnasını üfledi. Cemafer'in yarım bıraktığı nağmeler, Zarif çaldıkça tamamlanıyordu. Hasret, içindeki hikâyenin sözcüklerini bir dua gibi mırıldanıyordu durmadan. Sözcüklerle notalar, içleri boşalmış kovanlar gibi dağılıyorlardı çevreye. Yakarını Hasret'le Zarif'in etinde bırakıyordu."
Dördüncü Bölüm, Islak Oğlan'da iki öykü var. İlk öykü: Dön Dolaş Hep Aynı Ova. Kasım Emin'in dilinden hem oba hem öykü hem göç anlatılır. Öykünün sonunda bir karşılaşma yaşanır,  Zarif kimdir, Kasım Emin kim; işte burada durup düşünmek zamanıdır.
"İnip çıkıyordu zurnanın sesi. Bükülüp kıvrılıyordu. Kat yerlerinin arasında, sandık bekleyen kumaşlardaki naftalin gibi saklı duruyordu acı. Katıksız bir neşe içinde gibi görünseler de bunu hep tutuyorlardı akıllarının bir köşesinde."
İkinci öykü: Bir Galon Şarabı Ziyan Etmiş Yine. Ölüme yatan Kasım Emin'in hikâyesi anlatılır, ıslak oğlan başında onu uyandırmaya uğraşmaktadır.
"Derin bir uykudaydı Kasım. Uyku da değildi sanki, ölmeye niyetti. Aşkla umutsuzluk, derin bir yarık açmıştı ruhunda ve oradan şarap dolmuştu içeri. Aklı, yüreği, ruhu uyuşmuştu bu yüzden. Kaç zaman oluyordu yitirmişti sözcüklerini. Bu şehre geldi geleli bir rüyanın içindeydi ya, şimdi en ağırındaydı."
Beşinci bölüm, Sevgül dört öyküyle en kalabalık bölüm. İlk öykü: Arif'in Bildiği Neydi? Zurna'nın peşindeki Topuz ile Arif çıkar karşımıza, Kel şehrinin insanlarıdır. Yarayı bilirler de bilmezden gelirler kanatmamak için, susmak konuşmaya yeğdir.
"Nehrin akışı önüne bir kaya çıktı. İmkânı yoktu çarpmamanın. Çarptım, kırıldı her yanım. Gövde kaygansa da oyukları arasına tıkılı kaldı bedenim. Bir tarafa gidemedim."
İkinci öykü: Gelinde Bir Uçurum. Öykünün ismi, kendisiyle ilgili her şeyi açıklıyor zaten.
"Gelinle damadın göğüslerine takılı altınların ışıltısı vardı üzerlerinde. Ondan gerisi bitimsiz karanlık. Hele gelinin yüzünde bir uçurum fazladan. Bakan gözünü kaçırdı."
Üçüncü öykü: Hasretin Aklında Bir Acı Ceviz. Hasret'in hikayesi de Kel şehrindeki diğer kızların hikâyesine benzer ama kimse duyup bilmek istemez.
"Kapkara bir yağmur, belli bulutundan. Akacak, yıkamayacak, arındırmayacak. Kiri pası akıtmayacak şehrin üzerinden. Yapışkan bir sıvı, sıkıntılı. Neydi bu başımızın üstünde dönen."
Dördüncü öykü: Bacchus'a İçelim. Bir bağ evinde Hasan Hoca ile Arif'in karşılıklı dertleşip Bacchus şerefine bardak tokuşturdukları geceye konuk oluyoruz. Kel şehrinin insanlarının akıbeti eski yazıyla dolu yıpranmış kağıtlarda saklı olabilir mi? Yoksa yazılan da, anlatılan da hep aynı hikâye midir?
"Masadaki kâğıtları topladım. Islanmasınlar diye koynuma tıkıştırdım hepsini. Sanki ben böyle yapınca onu bir acıdan kurtarmışım gibi geldi."
Altıncı bölümün Kasım Emin'in adını taşıyor ve bir tek öyküyle bitiyor. Bir Külah Güllü Lokum. Ölüme yattığı uykusundan uyanan Kasım Emin yazmaya başlar. Ne yazar, kime yazar, yazdıkları ne olur?
"Benim duyup hissettiğim buydu ya, lakin günler sonra içime düşenler biçim değiştirip yeniden şekillenmeye başladı o boşlukta. Oraya bir başlı giren ne varsa yedi başlı ejderha olup çıkmaya hazırlanıyordu. Biriken, durduğu yerde çoğalıyor da harf harf, sözcük sözcük akmaya niyet ediyordu. Dayanamadım."
Topuz son bölümün ismi ve yine tek öyküyle kapanıyor kitabın kapağı. Öykünün adı: Kuyruğunu Yutmuş Yılan. Yani bir fasit daire ya da girişi çıkışı olmayan bir çember; zulüm başladığı yere geri dönüyor ve hep devam ediyor.
"Şimdi girim suya, çıkın sudan. Zulüm ile suda boğulanın ruhunu karşılayın. Arının bu suyun aklığıyla. Önümüzdeki yıla tertemiz girin."
Öyküler hakkında kısa alıntılarla birkaç söz söyledikten sonra diğer özelliklerinden de bahsetmek gerekir. Bağlamlı öykülerden oluşan kitapta doğrusal bir zaman akışı yok. Zamanın dışındaymış gibi büyülü bir zaman ve mekânın içinde geçiyor hikâye; mitolojik altyapısı ve yazarın masal ögeleri içeren dili de bu duyguyu güçlendiriyor.
Kitaba adını veren fasit daire teması, öykülerdeki kadın karakterlerin içinde oldukları toplumsal çemberi kırıp dışına çıkmalarını önleyen bir baskıyı temsil ediyor. Bölümler öykülerde yer alan ve toplumun genel davranış biçimine karşı duran, zurnanın sesine kulak veren, söyleyecek sözü olan kahramanların isimleriyle ayrılmış birbirinden.
Her kahramanın hikâyesi bir diğerininkini çağrıştırıyor dolayısıyla kuyruğunu yutmuş bir yılan ya da bir fasit daire gibi kendi üzerine kapanan, sürekli tekrarlanan çıkış arayışındaki insanı anlatıyor. Diğer yandan farklı kültürlerle bir arada yaşamak, ötekini kabullenmek, bireysel farklılıklara hoşgörüyle yaklaşmak, bireyin kendi aidiyetleri içinde hapsolması temaları da gözden kaçmıyor.
Siz okurken öykülerde "Baba Fingo"yu aramayı da unutmayın...

Gergedan'da Bahar: Gerçek Yaşanır,Öğretilmez

$
0
0


"Dünya Edebiyatı" atölyemizde baharı Alman Edebiyatının usta isimleriyle karşılıyoruz.

8 Nisan'da başlayacak yeni dönem programımızın ismi:

"Gerçek Yaşanır, Öğretilmez"

İkinci Dünya Savaşının sürgün yazarlarıyla o dönemden bugüne doğru bir yolculuk bizi bekliyor. Altı hafta sürecek programımızda Dünya Edebiyatının en önemli hikayelerini ve "bildungsroman"larını  birlikte okuyacağız.





08 Nisan 2019 Pazartesi   Satranç, Stefan Zweig

15 Nisan 2019 Pazartesi   Amok Koşucusu, Stefan Zweig






06 Mayıs 2019 Pazartesi   Boncuk Oyunu, Herman Hesse

13 Mayıs 2019 Pazartesi   Boncuk Oyunu, Herman Hesse














20 Mayıs 2019 Pazartesi   Büyülü Dağ, Thomas Mann

27 Mayıs 2019 Pazartesi   Büyülü Dağ, Thomas Mann






Unutmayın pazartesi günleri 11.30'da, Gergedan'da

Bilgi için Gergedan Kitabevi

0216 350 2766
0549 609 5546

Bu Yaz Ne Okusak?

$
0
0
Resim rawpixel tarafından Pixabay'a yüklendi

Atölyelerde son okumaları yaparken bir yandan da şu soruyla karşılaşıyorum. Acaba yazın ne okusak? Elbette her okurun okuma tercihleri farklı ama birlikte okuduğumuz kitaplardan yola çıkarak, mevsim rehavetini de göz önüne alarak yıl içinde kendim ve sizler için "okunmak üzere" not ettiğim kitaplardan bazılarını -her yıl olduğu gibi- listeledim.

İşte o kitaplar:

1. Sus Barbatus, Faruk Duman
Kitaplığımda Faruk Duman'ın neredeyse tüm kitapları var. Henüz iki gün önce Orhan Kemal Roman Armağanı ile ödüllendirilen bu kitap ise yılın öne çıkan romanlarından biri. Sus Barbatus'u henüz okumadım ama Pirȋ'nin yeri bende hep başka olacak :)

2. Dünyadan Aşağı, Gaye Boralıoğlu
Daha önce Aksak Ritim'le tanıyıp sevdiğim bir yazar. O da bu yıl yeni romanı ile Duygu Asena Roman Ödülü'nü kazandı. Üstelik Duygu Asena'nın adını taşıyan ödülü erkek egemen bir seçici kurulun vermesi de ironi olarak edebiyat tarihine yazıldı.

3. Nohut Oda, Melisa Kesmez
İlk kitabı Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz ile tanıdım Melisa Kesmez'i. Yalın, samimi bir dili vardı ama doğrusu arka arkaya dizdiği öykülerinde sigara dumanına boğulan ve henüz olgulaşmamış bir anlatım ikinci kitabından uzak durmama neden oldu. O da Sait Faik Hikȃye Armağanına layık görüldü son kitabı Nohut Oda ile. Kitap basında da çok övgü aldığına göre okumalı.

4. Muhtelif Evhamlar Kitabı, Ömür İklim Demir
2015'te yayımlanan öyküleriyle bolca ödül alan bu kitabı nasıl da gözden kaçırmışım. Atölyelerden sonra elime alacağım ilk kitap bu olacak. Üstelik kitabım imzalı:) Size de öneririm.

5. Bir Ömür Nasıl Yaşanır, İlber Ortaylı
Daha önce sosyal medya üzerinden de görüşlerimi paylaşmıştım. Bence bu kitabı mutlaka okuyun ve okutun. Özellikle büyümekte olan çocuğunuz varsa...

ber 
Resim Wokandapix tarafından Pixabay'a yüklendi

6. Okuma Sanatı, Damon Young
Edebi metinler, yazarlar, birazcık da felsefe üzerinden okur ile kitap ilişkisi üzerine yazılmış güzel bir kitap.

7. Kitap, John Agard
Kitabın öyküsünü anlatan bu keyifli kitabı bugün okudum ve çok sevdim. Önce sizin sonra da çocuklarınızın okumasını öneririm. Hatta belki birlikte okursunuz.

8. Sekizinci Hayat, Nino Haratischwili
Bu kitap Kalem Ajans'tan bana yılbaşı armağanı olarak geldi. Gürcistan'da 1900 yılında başlayan hikȃye bir ailenin altı kuşağını ve sekiz yaşamı anlatıyor. Sovyet Devrimini ve Gürcistan bağımsızlık mücadelesini de içine alan oldukça kapsamlı bu roman otobiyografik ögeler de içeriyor. 792 sayfa, sayfalar hıncahınç dolu, yazılar küçük...

9. Hollandalı Bakire, Marente de Moor
Ako Edebiyat Ödülünü alan kitap eskrim öğrencisi genç bir kızın öyküsünü anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı, yaklaşan Nazizm ve tutkulu bir aşk hikayesi.

10. Kirpinin Zarafeti, Muriel Barbery
Kitaplığımda uzun zamandır bekleyen bir kitap. Bu yaz okuyacağım. İntiharı düşünen on iki yaşındaki bir kızla elli dört yaşındaki kapıcı kadının Paris'in merkezinde gösterişli bir apartmanda, onları yakınlaştıran kibar bir beyefendi sayesinde başlayan dostlukları, okunmaya değer güzel bir hikȃye. 


Bir de Ağaçlı Kitaplar var...
Bu da nedir diyeceksiniz? İçinde ağaç yetişen üç kitabı özellikle öneriyorum.

- Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe, Paola Peretti
- Ağaçtaki Kız, Şebnem İşigüzel
- Ağaçlar, Hermann Hesse

Güzel bir yaz, keyifli okumalar diliyorum. 

Kaktüs ve Domates

$
0
0


Kaktüsü yıllardır tanıyorum, babam onu ilk kez bahçenin ortasına diktiğinde neredeyse avucumun içine sığacak kadar küçüktü. Yıllar içinde büyüyüp neredeyse benim boyumu aşan dev bir bitki oldu. Neden mi onu anlatıyorum? Belki çok uzun zamandır aileden biri gibi tüm yaşanmışlıklara şahit olduğu için belki de bir kaktüs olarak yaralarıyla birlikte büyümeyi, güzelleşmeyi bildiği için.
Yıllardır bahçemizin ortasında bir yandan büyüyüp ihtişamlı bir bitki haline gelirken bir yandan da diğer bitkileri hatta çiçekleri bile gölgede bırakır. Sadece bahçenin köklenmiş sakinlerine değil, bize ve bahçeye uğrayıp geçen hayvanlara da gözdağı verir. Çünkü ona yaklaşmak, onun yaşam alanına girmek acıyla mühürlenmiş bir yaraya sahip olmak demektir. Tırnak büyüklüğündeki dikenlerle çevrili yaprakları sessiz ama açık bir tehditle tırmalamaya hazırdır.
Şimdi ona hesapsızca meydan okuyan domates var yanında. Birkaç yıl önce annemin kaktüsün hemen yanına, kökünün bıraktığı boşluğa serptiği domates çekirdekleri büyüyüp fide oldular. O dokunulmaz görünen kaktüsü usul usul bir kenara itip kendilerine yer açtılar. Üstelik her yıl biraz daha fazla domates vererek kaktüsün üzerimizdeki otoritesini renkli, neşeli bir başkaldırışla sarsıyorlar. Annemin domatesleri, babamın kaktüsüne cesurca kafa tutuyor.

2019, Okuduklarım, Seçtiklerim ve Listeler

$
0
0
Resim Lubos Houska tarafından Pixabay'a yüklendi



Çok uzun zaman olmuş bu sayfaya bir şeyler yazmayalı, tam tamına dört ay. Daha sık yazmaya söz verip de yazamayanlardanım ben de. Bu konuyu kapatıp yazmak istediğim konuya odaklanıyorum. Malumunuz üzere yılı bitiriyoruz. İki gün sonra kocaman bir yılı geride bırakacağız, bin bir umutla takvimleri değiştirip ertesi sabaha sanki hayat yeni başlıyormuş gibi uyanacağız. Her ne kadar, artık 1 Ocak'ta uygulamaya söz verdiğimiz kararların asla uygulanmadığını öğrenmiş olsak da, yine yeniden bir takım kararlar alacağız, birkaç gün gizliden bir kontrol hali olacak üzerimizde. Sonra bir de bakacağız ki eski tas eski hamam, hayat kaldığı yerden devam ediyor.
Aşağıda bu yıl okuduğum kitapların listesini yaptım ama bu kez listeden önce "en"lerimi paylaşmaya karar verdim. Bu da nereden çıktı diyecek olursanız... Hürriyet Gazetesinin Kitap Sanat ekinde geçtiğimiz perşembe günü yayımlanan bir liste oldukça tartışıldı ve bana da bu konuda çeşitli sorular soruldu. Önce bu listelerle ilgili fikrimi beyan edeyim.
Listesiz kalmayın ama listelere de inanmayın. Evet, işte tam bu noktadayım. 
Çünkü seçilen kitaplar (ya da filmler, sanat eserleri, v.s.) hangi ölçütlere göre seçildi, bu ölçütleri kim belirledi, seçiciler hangi kitapları okuyarak bu seçimleri yaptılar belli değil. Üstelik kitap listesine baktığınızda şiir, öykü, roman, deneme türlerinin hepsinden bir avuç katılmış bir çorbayla karşılaşıyorsunuz. Daha da vahim bir durum yayımlanalı bir hafta olmuş bir kitapla bir yıldır rafta olan bir kitabı karşılaştırmak... Durum böyle olunca da yayımlanan listenin pek güvenilir olduğunu söyleyemiyoruz. Başka bir keyfiyet de şu "en iyi" tanımı. Bence listeler için daha iyi tanımlar bulmak pek de yaratıcılık gerektirmiyor; biraz özenli olmak yeter: "En beğenilen, en çok konuşulan, en çok satan, en göze çarpan,..." Bunlar benim bu yazıyı yazarken ilk aklıma gelenler.
Aynı zamanda listesiz de kalmayın çünkü bu listelere bir göz atmak, bazı kitapları ve yazarları fark etmenize, bir şans daha vermenize ya da hiç aklınızda yokken en azından raftan alıp incelemenize sebep olabilir.
Şimdi sıra geldi benim "en"lerime ve listeme...



İlk kez okuduğum (kurmaca eserler) yazarlar:
Ernst Jünger
Robert Walser
Patrick Modiano
Witold Gombrowicz
Defne Suman
İrem Uzunhasanoğlu
Domenico Starnone
Nino Haratischwili
Marente De Moor
Natsume Soseki
Anne Tyler
Dag Solstad
Peter Stamm



İlk kitaplar:
Ufkabakan Apartmanı, Lalehan Bosnalı
Fısıltılar, Dilek Şenol Orhon



En etkilendiğim kitaplar:
Sekizinci Hayat, Nino Haratischwili
Kirpinin Zarafeti, Muriel Barbery
İstanbul İstanbul, Burhan Sönmez
Belleğin Girdapları, Behçet Çelik


Daha önce okumuş olduğum kitaplar (Atölyede anlatacaksam bir kez daha okumadan olmaz :)
Semerkant, Amin Maalouf
Dava, Franz Kafka
Dönüşüm, Franz Kafka
Yeraltından Notlar, F.M. Dostoyevski
Boncuk Oyunu, Hermann Hesse
Satranç, Stefan Zweig
Amok Koşucusu, Stefan Zweig
Veba, Albert Camus
Fahrenheit 451, Ray Bradbury
1984, George Orwell
Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley


En uzun zaman ve en çok emek verdiğim kitap :D
Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Resim congerdesign tarafından Pixabay'a yüklendi


Ve 2019 Okuma Listesi...
(81 adet görünse de Kayıp Zamanın İzinde 7 kitap olduğundan son toplam 87 😵
  1. Cam Arılar, Ernst Jünger
  2. Kedi ve Fare, Günter Grass
  3. Jakop Von Gunten, Robert Walser
  4. İsviçreli Aylak Bir Yazar: Robert Walser, Ahmet Uğur Nalcıoğlu
  5. Katalin Sokağı, Magda Szabo
  6. Ferdydurke, Witold Gombrowicz
  7. İstanbul İstanbul, Burhan Sönmez
  8. Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood
  9. Roman Sanatı, Milan Kundera
  10. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
  11. Bir Düşün Sonu: Milan Kundera Üzerine Bir İnceleme, Zekiye Antakyalıoğlu 
  12. Dava, Franz Kafka
  13. Dönüşüm, Franz Kafka
  14. En Uzağından Unutuşun, Patrick Modiano
  15. Semerkant, Amin Maalouf
  16. Ufkabakan Apartmanı, Lalehan Bosnalı
  17. Düş Parası, Marguerite Yourcenar
  18. Belleğin Girdapları, Behçet Çelik
  19. Yeraltından Notlar, F.M. Dostoyevski
  20. Kalpazanlar, Andre Gide
  21. Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust (Toplam 7 kitap)
  22. Kahvaltı Sofrası, Defne Suman
  23. Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak, Mehmet Rifat
  24. Barthes, Proust, Baudelaire ve Ötekiler, Mehmet Rifat
  25. Otantik Snoplar, Mehmet Rifat
  26. Monsieur Proust, Celeste Albaret
  27. Marcel Proust, Edmund White
  28. Ruhların İletişimi, Mehmet Rifat
  29. Ufkun Öte Yanı, İrem Uzunhasanoğlu
  30. Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, Alan de Botton
  31. Bağlar, Domenico Starnone
  32. Fısıltılar, Dilek Şenol Orhon
  33. Edebiyat Terapi, Mine Özgürel
  34. Keyifli Hikayeler, Marente De Moor
  35. Proust, Samuel Becket
  36. Hazlar ve Günler, Marcel Proust
  37. Engereğin Gözü, Zülfü Livaneli
  38. Gönül, Natsume Soseki
  39. Mahcubiyet ve Haysiyet, Dag Solstad
  40. Kalpyazan, Sibel K. Türker
  41. Kibarlar Alemi, Marcel Proust
  42. Muhtelif Evhamlar Kitabı, Ömür İklim Demir
  43. Sekizinci Hayat, Nino Haratischwili
  44. Kirpinin Zarafeti, Muriel Barbery
  45. Okuma Sanatı, Damon Young
  46. Gömülü Dev, Kazuo Ishiguro
  47. Günden Kalanlar, Kazuo Ishiguro
  48. Kitap, John Agard
  49. Büyülü Dağ, Thomas Mann
  50. ThomasMann'ın Edebiyat Dünyası, Gürsel Aytaç
  51. Boncuk Oyunu, Hermann Hesse
  52. Doğu Yolculuğu, Hermann Hesse
  53. Hermann Hesse, Bernhard Zeller
  54. Uzağın Ötesinde, Peter Stamm
  55. Flamingolar Pembedir, Aslı Perker
  56. Amok Koşucusu, Stefan Zweig
  57. Stefan Zweig, Hartmut Müller
  58. Satranç, Stefan Zweig
  59. Mutluluğa Dair Bir Düşünce, Luis Sepulveda - Carlo Petrini
  60. 1999 Nobel Konuşması, Günter Grass
  61. Yeşil Şahin ve Sihirli Flüt, Daniel Moyano
  62. Zihin Koleksiyoncusu, Aslı Kotaman
  63. Veba, Albert Camus
  64. Varoluşçular Kahvesi, Sarah Bakewell
  65. Moskova'da Yanlış Anlama, Simone de Beavoir
  66. Elde Kitap, Necati Tosuner
  67. Duvar, Jean Paul Sartre
  68. Varoluşçuluk, JeanPaul Sartre
  69. Medarı Maişet Motoru, Sait Faik Abasıyanık
  70. Bir Ömür Nasıl Yaşanır, İlber Ortaylı
  71. Özgürlük Masalı, Necati Tosuner
  72. Karanlığın Sol Eli, Ursula K. Le Guin
  73. Fahrenheit 451, Ray Bradbury
  74. 1984, George Orwell
  75. Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley
  76. Felsefenin Kısa Tarihi, Nigel Warburton
  77. Yeryüzü Yorgunları, Neslihan Önderoğlu
  78. Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar, Lauren Elkin
  79. Bir Hal Var Sende, Berna Durmaz
  80. Cadı Tohumu, Margaret Atwood
  81. Sirke Kız, Anne Tyler

Yine de kendi "en"lerimi belirlerken, etkilendiğim dört kitap haricinde, en sevdiğim, en iyi olduğunu düşündüğüm gibi bir başlık belirlemedim. Zaten okuduğum ve atölyelerimde okuttuğum tüm kitapları çok düşünerek, inceleyerek seçmeye özen gösteriyorum. İnanın bu seksen bir kitabın her biri belleğimde bir şekilde yer etti ve hepsinden tat aldım. Dediğim gibi siz de listelere göz atın ama kendi seçimlerinize güvenin.
Bu listede çocuk kitapları yok, onlar ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyorlar. Belki haftaya da onlarla ilgili bir liste yaparım...

Herkese keyifli, umutlu, sağlıklı ve bol kitaplı bir yıl diliyorum.

2019, İçimdeki Çocuğun Okudukları

$
0
0
Resim Mystic Art Design tarafından Pixabay'a yüklendi


Yeni yılın ilk pazar gününü çocuk kitaplarına ayırmak istediğimi yazmıştım geçen hafta, verdiğim sözü tutuyorum. İki hafta arka arkaya yazabilmek kendi adıma büyük bir gelişme. Bu yıl bloga daha çok yazı yazacağımın, daha çok buluşacağımızın habercisi olabilir mi acaba? Gerçi Aslı Kotaman K24'te yazdığı son yazısında "Yepyeni bir başlangıç yaptığımızı düşünürken akşam yemeğinde dünden kalanları yediğimiz gün; 1 Ocak 2020" demiş ama yine de bazı değişimler olacaktır diye umuyorum.
Gelelim geçtiğimiz yılın çocuk kitaplarına... Öncelikle çocuk kitapları konusundaki tercihimi hemen belirteyim: Mesaj verme, bir şey öğretme, çocuğun ruhsal ve zihinsel gelişimini şekillendirme kaygısı olmayan kitaplar okumayı ve önermeyi yeğliyorum. Bu yazıyı okuyan bir ebeveyn olarak size de aynı şeyi öneririm. Bırakın çocuklar çağdaşlarını, komik ve eğlenceli bulduklarını, merak ettiklerini okusunlar. Eğer şimdi okumazlarsa onları okumak için çok geç kalmış olurlar. Onları birer "kitap snobu" olarak yetiştirmeyin. Klasikleri, önemli kitapları, kendilerine bir şey öğretecek kitapları zaten hayat boyu okuyacaklar...
O zaman ilk önerim size, çocuklarına kitap okutmak isteyen ve neden okumadığını dert edinen anne babalar. Önce siz bu kitapları okuyun lütfen :)
  • Roman Gibi, Daniel Pennac
  • Eyvah Kitap, Mine Soysal



Gelelim 2019'da okuduğum çocuk kitaplarına, elbette -izninizle- ilk sırayı kendi kitabımız alacak. Bu kitabı çocuğunuzla birlikte okumanızı öneriyorum. Çünkü çocuklarımız kadar bizim de kalıpları kırmaya, cesur düşünmeye, onların hayallerine ortak olmaya ihtiyacımız var. 

Kendi Yolunda; Fatma Burçak - Bengüsu Özcan - Gökçe Yavaş - Cansu   - Burak Almaç - İklim Keleşoğlu - Res:Gökçe Eyce; Kelime Yayınları; 102 s.






Yazdığımız kitaptan sonra sıra okuduğum kitaplarda...
Aslında aşağıda göreceğiniz on kitaptan daha fazlası var. Diğerlerini sosyal medya hesaplarımda paylaşmış olduğum için bu listeye almadım. Şimdi kim dönüp de sosyal medyada arama yapacak diyenler için yalnızca isimlerini "koca aslanı güzel bir hikayeyle uyutan kız" fotoğrafının altında bulabilirsiniz.

1. Patlıcanlı Börek Çetesi; Özlem Tokman - Res:Elif Sakallı; Kelime Yayınları; 120 s.

2. Yaratıcı Yaramazlık; Nilay Yılmaz - Res: Rukiye Ulusan; Altın Kitaplar, 160 s

3. Vahşi Şeyler; Burcu Aktaş; Doğan Egmont; 114 s.

4. Uçuk Kaçık Loretta; Chiristine Nöstlinger; Res: Trixi Schneefuss; Çev: Ecem Mahiroğlu; Nemesis Kitap, 96 s.

5. Uçan Kız Volante; Karin Karakaşlı;  Res: Merve Atılgan; Günışığı Kitaplığı; 88 s.

6. Malena’nın Aynası; Elena Ferrandiz; Çev: Saliha Nilüfer; YKY; 40 s.

7. Ağacın Hafızası; Tina Vallès; Çev: Emrah İmre; Can Çocuk; 280 s.

8. Dünyayı Döndüren Kız; Aslı Tohumcu; Res: Mert Tugen; Can Çocuk; 112 s.

9. Dünyanın En Berbat Çocukları; David Walliams; Rs: Tony Ross; Çv: İpek Şoran; Can Ço.; 270s

10. Yeşil Kertenkele; Yaşar Kemal; Res: Sedat Girgin; YKY; 48 s.



Resim Sarah Richter tarafından Pixabay'a yüklendi

  • Kömür Karası Çocuk
  • Çok Komik Bir Salgın
  • Kanatlı Sayfalar
  • Pembe Flamingoların Beyaz Grevi
  • Bir Pekin Ördeğinin Tam 15 Yıl 5 ay Süren Yolculuğu
  • Küçük Sinemacılar
  • Bitmeyen Mitoloji

Çocuklarınıza ve içinizdeki çocuğa güzel hikayeler okuduğunuz bir yıl olsun.

Çirkinlikten Bilgeliğe

$
0
0


Gergedan Kitabevi'nde 2 Aralık'ta başlayan edebiyat atölyemiz bu hafta başında iki haftalık bir tatile girdi. Hem dinleneceğiz hem de önümüzdeki dönemde okuyacağımız kitapları acele etmeden okuyacağız. Geçtiğimiz yedi hafta boyunca Avrupa Edebiyatının pek bilinmeyen sularında dolaştık. Gergedan Atölye'de her dönem için, okuyacağımız kitapların birinden hepsine yakışacak bir isim bulmaya çalışırım. Biraz kitapların genel karakterini, biraz dönemi, biraz yazarın ruh halini anlatan bir cümle olmasına dikkat ederim. Geçen dönemin ismini ilk kitabımız Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden almıştım:
Dünya Öyle Çirkindi ki 
Okuduğumuz kitaplara da şöyle bir göz atmak ister misiniz?


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
Kundera, tüm eserlerinde olduğu gibi bu en bilinen romanında da karşıtlıklardan yola çıkarak bir aşk hikayesi ekseninde hayatı sorguluyor. Diğer yandan yazarın sesini duyduğumuz bölümler var ki bu satırlarda da yazın, edebiyat ve hayat üzerine kendi seçimleri ve yorumlarıyla metni zenginleştiriyor.
Roman boyunca karakterlerin seçimleri, kendileriyle hesaplaşmaları varoluşla kategorik anlaşmanın yapıldığı anlar olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu anlarda karakterler "kitsch"e teslim oluyorlar, hafifiliyor ve kendilerini inandırdıkları sığ hikayelerle kuşkucu bireyin yüklenmesi gereken tüm ağırlıklardan azade mutlu yaşıyorlar. Varoluş roman boyunca sadece hafiflik ve ağırlık kavramlarıyla değil, ruh ve beden ikiliği üstünden de inceleniyor.
Romanın tadına varabilmek için Nietzsche, Parmenides, Descartes'ten yola çıkıp Kafka'da soluklanarak Platon ve Herakleitos ile selamlaşarak okumaya devam edin ve Beethoven, The Beatles, Dvorak, Janacek dinleyerek sona ulaşın.

Ferdydurke, Witold Gombrowicz
Oldukça zor, parçalı bir metindi, daha iyi anlayabilmek için yazarı da daha iyi tanımak gerekiyor.  Ferydurke, tersten anlatışmış bir hikaye, bir anti-bildungsroman gibi. Otuz yaşlarındaki bir adamın gerçeküstü bir algıyla ergenliğe dönüşünü anlatırken, aslında bütün olmaya çalışan bireyin acılar, aidiyetsizlik, yalnızlık karşısında nasıl daha çok parçalandığını ilginç bir biçimde anlatıyor. Okuması zor, anladıkça hayranlık uyandıran bir roman.

Katalin Sokağı, Magda Szabo
Szabo'nun hem yumuşak hem de vurucu bir dili var. Katalin Sokağı kırk yıllık bir dönemi seçilmiş zaman kesitleriyle hiç boşluğa düşmeden anlatıyor. Metinde iki farklı bakış açısı kullanılmış, bu da okurun anlatıyı farklı yönlerden görmesini ve metnin içine daha iyi girmesini sağlıyor. Çevirinin de çok başarılı olduğunu ekleyeyim. İkinci Dünya Savaşını, birbiriyle komşu üç aile ve bireyler üzerinden ayrıntılara girmeden anlatan bir roman.

Jakop von Günten, Robert Walser
Robert Walser okumak pek de kolay bir iş değil ama çevirmen Gül Gürtunca'nın emeği yadsınamaz. Okurken kitabın üçte ikisine kadar neredeyse çala kalem yazılmış bir günlük hissi verse de sonuna doğru aslında elinizde tuttuğunuz metnin bir bildungsroman örneği olduğunun farkına varıyorsunuz. Bilgi sahibi olma arzusundaki insanların en sonunda her tür bilgiden vazgeçişlerini anlatan, varoluşçu esinler taşıyan bir roman.

Kedi ve Fare, Günter Grass
Ergenlik çağındaki çocukların II.Dünya Savaşı sırasında Almanya'daki yaşamlarından bir kesit sunan romanda, en büyük arzusu bir palyaço olmak olan Mahlke'nin nasıl bir savaş kahramanına dönüştüğünü ve sonrasını anlatıyor. Metaforlarla yüklü bir anlatımla savaşın ve faşizmin aileler, özellikle çocuklar üzerindeki yükünü ve yıkımını anlatan güzel bir hikaye.




Cam Arılar, Ernst Jünger
Savaştan sonra kendini boşlukta bulan eski bir askerin içinde bulunduğu teknolojik çağa ayak uyduramaması; insanı değersizleştiren, hayatı kolaylaştıran yeniliklerin karşısında doğanın yitirilmesi üzerine yazılmış bir roman. Hayır, bir distopya değil ama ütopya karşıtı bir metin olduğunu söylemek mümkün.
Sanırım iyi çeviri ve editörlüğün etkisiyle de akıcı biçimde ilerliyor, kolay okunuyor.
Cam Arılar eski ile yeninin, teknoloji ile doğanın, geçmiş ile geleceğin çatışması ve çözüm arayışı olarak özetlenebilir.

Tek Bacaklı Yolcu, Herta Müller
Herta Müller’in otobiyografik öğeler taşıyan roman kahramanı Irene tüm çıplaklığı ve yalnızlığıyla var olmaya, yaşamında var olanları anlamlandırmaya çalışıyor. Vatanından sürülmüş, geldiği ülkeyi benimsemeye çabasında ama belki de ülkesi yalnızca ayağındaki ayakkabısı.
Zihni karıştıran, bildiğimiz edebiyatı allak bullak eden, şiirsel imgelerle dolu yoğun ve öyküyü çağrıştıran eksikli bir anlatım.

Kısaca, yeni bir yılın ilk günlerini geride bırakırken bir kez daha dünyanın çirkinlikleri üzerine güzel hikayeler okuduk. Kendimizi her hafta kapattığımız bu edebiyat adasının yeni kitapları da işte karşınızda...

Bu dönemin başlığı mı?

"Bilgelik Şiddete Gerek Duymaz."
- Savaş ve Barış, Tolstoy





Gergedan Kitabevi'nde 3 Şubat Pazartesi günü yeni bir döneme başlıyoruz. Rus Klasik Edebiyatının roman ve öyküleriyle geçireceğiz kış mevsimini ve baharı başka kitaplarla karşılayacağız.
Yine yedi hafta sürecek ve yedi kitap okuyacağız.
Savaş ve Barış (17 Şubat ve 24 Şubat) kitaplarımızın içinde en hacimli olanı, daha önce sosyal medyada duyurmuştum. Bize katılmak isteyenler hemen okumaya başlasınlar, derim. Bununla birlikte modern klasikler arasına girmiş iki öyküyü de aynı hafta okuyacağız.
Kitapların tarih sırasını gösteren listeyi aşağıda bulabilirsiniz.


Bu arada son kitabımız olan Doktor Jivago, şu anda bulunamıyor ama ay sonuna kadar YKY tarafından  yeniden basılacağını umuyorum. Kitabı 16 Mart tarihinde konuşacağımız için şimdilik telaşa gerek yok, Ocak sonuna kadar basılmamış olursa yerine başka bir kitap tercih edeceğiz.

Her zamanki gibi bilgi ve kayıt için...


Dünyayı ve Kendi Hikâyemizi Okumak

$
0
0

Okumak, kendi başımıza ve yalnızca kendimiz için yaptığımız kimi zaman en bencil kimi zaman en yalnız kimi zaman en karanlık eylemlerden biridir. Okumaya başlarken yazarın bizi aldatacağını bilerek, gönüllü olarak rıza gösteririz. Her kitapla farkında olmadan biraz değişiriz ve bir kitap da onu her okuyuşumuzda değişir. Ne demiş Herakleitos: «Asla iki kere aynı kitabı okumazsınız.» 
İnsan varoluşunu anlamlandırmak için önce kelimeleri sonra da hikâyeleri yaratmış. Mağara resimlerinden beridir de kendi hikâyesini anlatıp durmakta. Anlatılan her hikâye, altında başka hikâyelerin de olduğunu söyler bize. Böylece anlatılan ya da yazılan hiçbir hikâye son değildir ki okumamız da böylece sonu olmayan bir hal alır. Kısaca okuma yolculuğunun kahramanı olan siz ve bendeniz okurun sonsuz yolculuğudur bu.
Başkalarının deneyimleriyle, hayalleriyle, yazarların uydurdukları hikâyelerle döşenen ve okura haz veren bu yolun ucu insanlığın belleğine uzanır. Alberto Manguel diyor ki: “Var olduğumuzu bilmek için, algıladığımız ve bizi algılayan başkaları olduğunu bilmemiz gerekir. Hikâye anlatıcılığı, bu çift taraflı algılama görevi için en uygun yöntemlerden biridir… Hikâyeler bilincimizi besleyebilir ve dolayısıyla kim olduğumuzu değilse bile en azından (var) olduğumuzu bilme yetisine, bir başkasının sesiyle yüzleşmenin getirdiği temel bir farkındalığa yol açabilirler.” 
Hikâyeler bize ışığı ve karanlığı gösterip bir denge noktası oluşturmamıza, hayata tutunmamıza, bazen hayatın gerçeğinden kendi gerçeğimize kaçmamıza yardımcı olabilirler. Hatta kimi zaman bizim için gerçekliği savunabilirler. Düşünelim, masallarımız, destanlarımız olmasaydı; Homeros İlyada ve Odissea’yı anlatmasaydı, Gılgamış Destanı yazılmasaydı, Genji’nin Hikâyesi, Aeneis, İlahi Komedya yüzyılları aşıp günümüze ulaşmasaydı insan kendini ve diğerini nasıl anlayabilirdi? Varoluşunu nasıl anlamlı kılabilirdi? Bugüne kadar okuduğumuz binlerce sayfada yüzlerce karakter tanıdık, onlarla yola çıktık, mücadele ettik, kazandık, kaybettik, âşık olduk hatta öldük. Ama onların varlığı sayesinde kendimizin farkına vardık. Kitap okumak ile hayat yolculuğu birbirini yansıtırlar. Her okur, okuduğu hikâyenin kahramanı diğer yandan kendi hayatının Robinson Crusoe’si, Don Quijote’u ya da bir başka büyük kahramanıdır.
İster gerçek ister kurmaca olsun okuduğumuz her hikâye dünyanın hikâyesidir. Umbero Eco şöyle demiş Anlatı Ormanlarında Gezinti isimli kitabında: “Eğer anlatı dünyaları böylesine rahatsa, neden dünyanın kendisini bir romanmış gibi okumayı denemeyelim? Ya da, eğer kurmaca anlatı dünyaları böylesine küçük ve aldatıcı bir biçimde rahatsa, neden tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı anlatı dünyaları kurmaya çalışmayalım?”
“…Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz.”
Dünyayı hikâyelerle okurken bir yandan da her birimiz kendi öykümüzü yazmaktayız. O zaman son sözü Italo Calvino’ya verip bu yazıyı bitirelim.
“… En rahat edeceğin konumu al: otur, uzan, kıvrıl, yat. Koltukta, divanda, sallanan sandalyede, şezlongda, pufta. Bir hamağın varsa, hamakta. Ve elbette yatakta ya da yorganın altında. Yoga duruşuyla baş aşağı bile durabilirsin. Tabii, kitabını da ters tutacaksın o zaman.
İyi ya, daha ne bekliyorsun? Uzat bacaklarını, koy ayaklarını bir minderin, iki minderin, divanın kolçaklarının, koltuğun kollarının, çay sehpasının, yazı masasının, piyanonun, hatta coğrafi yerkürenin üstüne. İlk iş olarak ayakkabılarını çıkar. Tabii ayaklarını havaya dikeceksen böyle yap, yoksa yeniden geçir ayağına. Öyle bir elinde ayakkabı, bir elinde kitap kalakalma.
Işığı, görüşünü yormayacak biçimde ayarla. Bunu hemen şimdi yap, çünkü okumaya daldığında bir daha yerinden kımıldamak istemeyeceksin.”

Alıntılar:
Alberto Manguel, Okumanın Tarihi
Umberto Eco, Anlatı Ormanlarınd Gezinti
Italo Calvino, Eğer Bir Kış Gecesi Bir Yolcu


Ne Değişecek?

$
0
0
Resim Tumisu tarafından Pixabay'a yüklendi


Gönüllü karantina altında bir aya yaklaşıyoruz. Sinirlerimiz gergin, bazı geceler uyuma güçlüğü çekiyoruz, evin içinde birbirimize sabretmek giderek güçleşiyor, bazen yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamış gibi geliyor, odaklanmakta güçlük çekiyoruz, yakınlarımız için endişeleniyoruz, çocuklarımız için endişeleniyoruz, salgını ciddiye almayan ve kurallara uymayanlara kızıyoruz. Her akşam devlet tarafından açıklanacak salgın bilançosunu bekliyoruz. Açıklanan sayıların içinde olmadığımız için şükrediyor, ertesi gün yine bekliyoruz. Tek tesellimiz tüm dünya ile aynı kaderi paylaşıyor olmak; tek umudumuz hep birlikte kurtulmak. Biliyoruz ki birlikte başaramazsak başarmış olmayacağız.
Herkes çok şey değişecek, dünya artık eskisi gibi olmayacak, diyor. Peki bu uzun süreçte ne öğreniyoruz? Yaşadıklarımız hayatımızda neyi değiştirecek? Doğrusu bu değişimin nasıl olacağını, nelerden vazgeçeceğimizi ya da neleri öğrenmiş olarak yola devam edeceğimizi merak ediyorum. Ya da kimin için, neyin değişeceğini... Kendimde ve sosyal medyada gördüklerimden yola çıkarak değişebilecek ve değişemeyecek olduğunu düşündüğüm şeyleri sıralayayım istedim. Siz de kendi gözlemlerinizle katkıda bulunmak isterseniz yorum bırakabilirsiniz ;)


Önce değişenlerden başlayalım:
Ekşi mayalı ekmek yapabilenler giderek artıyor.
El yıkama ve hijyen konusundaki tutumumuz değişiyor.
Teknolojiyle ilgimiz ve muhabbet biçimimiz değişiyor, güncelleniyor.

Kendimize ayırdığımız zaman, okuduklarımız, izlediklerimiz, dinlediklerimiz konusunda soru işaretleri var. Bunu hep yapanlar yapmaya, zaten yapmayanlar da yapmamaya devam ediyor bence.

Resim Alexas_Fotos tarafından Pixabay'a yüklendi

Peki gerçek anlamda değişecek olan nedir?

Kendini avmlere atamadığı, dışarı çıkıp da alışveriş yapamadığı için can sıkıntısından e-ticaret sitelerinin altını üstüne getiren, bluz, ayakkabı ya da aslında bu günlerde pek de ihtiyacı olmayan bir şey alıp o ürün kendisine ulaşana kadar kaç kişinin salgına yakalanmak pahasına ekmek parası için çalıştığını hesap edemeyen kişi için ne değişecek?

Maskesiz sokağa çıkması yasak olduğu halde mendille ağzını kapatıp metroya binmeye çalışan, kendisinin ya da başkasının virüs taşımasına aldırmayan adam için ne değişecek?

Market kasasının kuyruğunda beklerken -sosyal mesafeyi korumak için öndekiyle arasında 2 metre boşluk bırakmaya çalışan- iki kişinin arasındaki boşluğa pervasızca yerleşip kaynak yapan kadın için ne değişecek?

Yirmi yaşın altındaki çocuk ve gençlerin korunması amacıyla sokağa çıkması yasakken küçücük iki çocuğuyla pazar yerine gelen baba için ne değişecek?

Korunması amacıyla sokağa çıkması yasak olduğu halde muhabbet etmeye parka giden altmış beş yaş üzeri vatandaş için  ve en kötüsü de onu görüp başında aşağı kolonya döken, dürte dürte eve git diyen saygısız .... için ne değişecek?

Aynı fikri, siyasi görüşü paylaşmadığı biri salgın sebebiyle ölünce hakaretamiz bir sevinçle oh! diyebilen vicdansız için ne değişecek?

Vatandaşına yardım etmek için yine vatandaşından yardım toplayan devlet için ne, nasıl değişecek?

Herkesin evde kaldığı ve gergin olduğu bu dönemde aile içinde şiddet gören kadın, çocuk için, öleni korumayan ve öldüreni gerektiği gibi cezalandıramayan, bu durumu engelleyemeyen kurumlar için, öldürmeyi, şiddet uygulamayı hak sayan için ne değişecek? 

"Sokağa çıkmayın" lafını duyar duymaz marketteki, pazardaki tüm makarnaları, tuvalet kağıtlarını, çocuk bezlerini toplayan ve toplamaya devam edenler için ne değişecek?

İlk fırsatta işçisini işten çıkaran ya da zorunlu ücretsiz izin veren patronlar için ne değişecek?

Aykırı her fikri, her sözü, doğru bile olsa işine gelmeyen her haberi cezalandıran kafalar nasıl değişecek?

Kimler, neyi, nasıl değiştirecek?
Benim değişimden yana pek umudum yok, sizin?

Annemi çirkin yapan şey umuttu. Rutubetli, kırmızımsı, durmadan kaşıntı yayan, bu dünyadaki hiçbir şeye yenilmeyen, kirli cildine işlemiş sürekli bir kaşıntıya neden olan, çaresi bulunmayan umut.                 -Altın Köşk Tapınağı, Yukio Mişima











Bir Söyleşiden Notlar

$
0
0



Koca bir yaz mevsimi anlamadan geçip gitti. Sonbahar geldi hatta Ekim'in ikinci günündeyiz. Zaman dediğimiz şey hızla uçup gidiyor ellerimizden. Tüm yazıp çizmelerimiz, sosyal medya görünürlüklerimiz, tbt'lerimiz de bir noktada zamanı yakalama ve o ȃna nakşolma çabası değil mi? Buradaydım, ben de vardım diyoruz birbirimize. Kaybettiğimiz zamanları (Ahhh! Sevgili Proust) geri alamasak da o zamanı yaşamış olduğumuzu kendimize bile ispatlama çabası içindeyiz. Üstelik içinde debelendiğimiz pandemi dönemi her birimizde farkında olduğumuz ya da olmadığımız bir varoluş kaygısı da yarattı kanımca.
İşte bu ne zaman biteceğini bilemediğimiz ve içinde kaybolduğumuz dönemde hepimiz hem birbirimiz hem de kendimiz için bir şeyler yapmaya çalıştık. 
Aşağıda göreceğiniz video da sevgili Dileda Arslan'ın davetiyle gerçekleştirdiğimiz bir söyleşi. Ben pek keyif aldım hem sorulardan hem de anlatmaktan. Yayınlanalı bir aydan fazla oldu belki izlemek istersiniz diye aşağıya da bırakıyorum.


Türkiye'de Okurluk Kültürü & Okuma Atölyeleri | Fatma Burçak & Dileda Arslan







Nasıl Geri Dönüleceğini Bilmiyorsan Sakın Kaybolma

$
0
0

Başlık Salman Rusdie'nin Geceyarısı Çocukları romanından alınmış bir cümle. Geçtiğimiz ay, yani 2020 yılını bitirmeden hemen önce Hint asıllı yazarların edebiyatlarını okuduk Gergedan Kitabevi'ndeki atölyede ve atölyenin de başlığı aynı cümleydi. Seçtiğim eserlerin ortak özelliği sömürge sonrası toplumsal travmalar üzerinden yazılmış romanlar olmasıydı. Hangi romanlar mı?


Geceyarısı Çocukları, Salman Rusdie
Küçük Şeylerin Tanrısı, Arundhati Roy
Taklitçiler, V.S. Naipaul
Kaybın Türküsü, Kiran Desai

Elbette her bir roman yakın tarihe dair bir fon içeriyor; Hindistan'ın bölünmesi, Pakistan'ın kuruluşu, Keşmir sorunu hakkında belki de farkında olmadığınız gerçeklerle karşılaşıyorsunuz. Hindistan mitolojisi hikȃyeler boyunca peşinizi bırakmıyor. Kendi adıma her zaman edebiyatın, hikȃye okumaktan ve anlatmaktan çok daha fazlası olduğunu düşünür ve söylerim. Okuduğumuz hikȃyeler sadece bu kadarla yetinmiyor, sömürge sonrası topluma ve bireye dair çok daha fazlasını anlatıyordu bize.

Sömürge sonrası edebiyatın en önemli temalarından biri halkların ve kültürlerin -uzun zamana yayılan- karışması sonucunda ortaya çıkan olumlu ve olumsuz etkileridir. Sömürgeci modern toplum, medeniyet, insan hakları gibi büyük laflarla sömürüyü kabul edilebilir göstermeye çalışırken sömürülen ülkelerin halklarına ait değerleri, kültürlerini erozyona uğratır. Üstelik bu kadarla da kalmaz, zaman içinde nesil değiştikçe kültürler arasında bir melezleşme ortaya çıkar ki bu daha da vahim bir durumdur. Nesiller arasında bir uçurum oluşur, halkın içinde bir uçurum oluşur. Değerlerin ve tarihin de dışında kimlikle ilgili yaygın bir kaygı meydana gelir. Kimim, sorusu ne büyük bir açmaz olur çıkar. Üstelik bu soru sadece düşünsel ve kültürel bir yanıt da içermez. Sorunun yanıt aradığı ilk yer, sosyal algının dışavurumu olan bedendir. Tenimizin rengi, bedenimizin biçimi, giyimimiz, üzerimizde taşıdığımız takılar,... Varoluşun aracı olan bedenle sosyal varlığı, kimliğe ait özü ortaya koyarız. Beden bireyi böyle temsil eder ve kimliğinin özünü oluştururken aynı zamanda onu acının nesnesi haline de getirir. Örselenme, hapsedilme, eziyet ve beden üzerinde yapılan her türlü baskı bireyin varoluşu karşısında iktidarın egemenliği için kullandığı en önemli mekanizmadır. Çünkü beden yoksa birey de yoktur.

Kısaca sömürülen toplumda birey kendi geleneksel kültürü, sömürgecinin kültürü ve iki toplumun melezleşen kültürü arasında sıkışır, hangisine ait olduğunun yanıtını aradığı ilk yer olan bedenin temsili ise aranılan yanıtı vermeyebilir. Sömürgecinin içinde bir sömürülen, sömürülenin içinde bir sömürgeci olarak yaşayacaktır.

Ve edebiyat hepimize iyi gelir.

***

//Resim Amol Sonar tarafından Pixabay'a yüklendi//

Yayındaydık :)

$
0
0



Bir önceki yazının üzerinden bir hafta bile geçmeden bir yazı daha koyabilmek benim için büyük bir sürpriz. Ama bu kez yazmayacağım, konuşacağım. Geçtiğimiz salı günü (12.Ocak.2021) Cem TV'de Murat Bulut'un "Kitapsız Dönmesin Dünya" isimli programına Edebiyatist Dergisi ve Edebiyatist Yayınevi adına Fatih Ayan ve bendeniz konuk olduk. Aslında Edebiyat Dergileri ve Yarışmalar başlığıyla ilan edilen program daha çok dergiler ve okuma kültürü konuları çevresinde konuşulan bir yayına dönüştü. Keşke böyle programlar daha artsa ana akım televizyon kanallarında ve izlenebilir saatlerde yayınlansa. Okumak ve yazmak üzerine, kitaplar, yazarlar , nasıl yazdıkları, neler yazdıkları üzerine bol bol konuşsak. Renkli simalarla sohbet etsek. Ama olmuyor işte... Oysa programın sonunda da söylediğim gibi, okumak hepimize iyi gelir :)

İzlemek isteyenler için aşağıya bırakıyorum videoyu...
Bu arada bu ay Edebiyatist Dergisi almanızı öneririm. İçinde benim yazım yok ama çok değerli yazarlar ve ayın dosya konusu "Deneme." Saklanacak ve çok okunacak bir dergi olmuş.

Murat Bulut ile Kitapsız Dönmesin Dünya | Fatih Ayhan & Fatma Burçak


Yaz Kısa, Günler Uzun, Hikayemiz Çok.

Kemal Tahir'in Edebiyatı

$
0
0



Kemal Tahir’le ilk tanışmam ortaokul yıllarıma rastlar. Öykülerin, romanların dünyasını keşfetmiş bir çocuk olduğumu anlayan dayım bir gün Türk Edebiyatının Kemal’lerini bilip bilmediğimi sordu. O güne kadar Yaşar Kemal’den başkasını tanımıyordum. Edebiyatımızın dört Kemal’i olduğunu söyleyip oldukça zengin kütüphanesinden üç kitap koydu önüme. Orhan Kemal’i Ekmek Kavgası, Kemal Bilbaşar’ı Böyle Olur Ağaların Düğünü, Kemal Tahir’i Yorgun Savaşçı ile tanıdım. Bu tanışıklıklar zaman içinde keyifli yol arkadaşlıklarına dönüştü. “Dostlar yağmaya koyulmakta düşmanlara parmak ısırtır. Tanrı bir yerde çöküş belirtisi göstermesin...” Yorgun Savaşçı’nın altını çizdiğim ve kimi zaman anımsadığım satırlarından biridir. 

Yazarın en bilinen ve en çok konşulan romanı olan, romancılığına araştırmacılığını da katarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hikâye ettiği Devlet Ana hakkında Ocak 1968’de verdiği bir röportajda şöyle der: “600 yıl geriye gitmemin sebebi, Anadolu Türk insanımızın temel cevherini tarihsel gelişiminin çok önemli bir dönemecinde tutup incelemek, meydana vuracağı özelliklerden, bugünümüzün ve geleceğimizin zorluklarının çarelerine sağlam dayanaklar bulmaktır. Bu çareler, Anadolu Türk insanını, Batı için geçerli kalıplara dökerek, yabancı genellemelerle açıklamaya çabalayarak bulunamaz.”

Diğer yandan dile önem veren, Türkçeyi dünyanın büyük dillerinden biri olarak tanımlayan Kemal Tahir, Devlet Ana’da Osmanlı nesrini Anadolu ağızlarının bazı ögeleriyle birleştirerek yeni bir roman dili oluşturmuştur. Yine aynı röportajda bu konudaki bir soruya şu yanıtı verir: “Türkçe, kaynağı gür, kanalları geniş ve derin, öteki dillerden bağımsız, dünyanın büyük dillerinden biridir. Türkçenin içinde Anadolu Türkçesinin ayrıca özel, pratikte bilhassa devlet ve edebiyat dili olarak çok yüksek, çok önemli bir yeri vardır… Türk sanatçıları, dilbiliminin ve sanatın verdiği imkânlarla bu Türkçeleri önce ayrı ayrı, sonra bir arada işleyerek, dilde “Batı Türkçesi’ denilen Anadolu’nun büyük Türkçesini yaratacaklardır. Devlet Ana’nın dili, genellikle bu Büyük Türkçeye merkez olacak en önemli parça üstünde çalışmanın ürünüdür. İyi niyetli aydınlarımızca anlaşıldığını, sevildiğini gördüm. Çok mutluyum.”

Kendi edebiyatının sınırlarını tarih ve toplum tezleriyle çizmiş bir yazar olan Kemal Tahir, bir edebiyat eseri ortaya koymaktan çok saklanan tarihi bilgiyi kurmacayla okura aktarmayı, toplumunun tarih bilincini ve tarihiyle kopardığını düşündüğü bağları yeniden oluşturmayı amaç edinmiştir. Dolayısıyla tarihi romanlar yazarken kaygısı zaferleri, büyüklükleri, tarihin kutlu sayfalarını anlatmak değildir. Kurmaca karakterlerinin yanına tarihi şahsiyetleri koymaktan çekinmemiştir. Kendi roman poetikasını oluşturabilmek için ait olduğu toplumu iyi tanıması gerektiğine inanarak araştırmalar yapmış; Osmanlıca belgeleri, Avrupa tarihini, Türk tarihini incelemiş donanımlı bir yazardır. Düşünce kitaplarıyla birlikte romanlarında da Türk toplumuna dayatılan Batılılaşma girişimlerinin yanlışlığını dile getirmiştir. İki toplum arasındaki farklılıkları göstererek Batı kültürünün, sosyal ve yönetsel geleneğinin Türk toplumuna uygun olmadığını vurgulamıştır. Kemal Tahir’e göre toplum her şeyi kendi tarihinde ve geleneklerinde aramalı ancak bunu yaparken de ululama ya da karalama ısrarından vazgeçmelidir. Romanlarında tarihsel ve gerçekçi bakış açısıyla birlikte sosyalizmin etkileri de göze çarpar. Sadece iktidarı merkeze alan tarihi romanların gerçekçi olmayacağını düşünen Kemal Tahir, okura toplumun yöneten ve yönetilen iki yüzünü de gösterme çabasıyla hem Osmanlı’nın son döneminin hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarının hatalarını, çelişkilerini, olumsuzluklarını dile getirmiştir.

Kemal Tahir yakın döneme ilişkin yazmış olduğu tarihi romanları olan Yorgun Savaşçı, Esir Şehir Üçlemesi romanlarında Mütareke Yıllarının İstanbul’unu ve Milli Mücadeleyi konu alırken mücadelenin yalnızca yabancılara karşı değil halkın kendi içindeki düşmana karşı verildiğini de anlatır. Yorgun Savaşçı’da Osmanlı Devleti’nin Mondros mütarekesini imzalamasından 1920’lerin ortalarına kadar geçen sürede Milli Mücadelenin güçlenmesini anlatırken Yol Ayrımı’nda yan karakterlerden biri olarak karşımıza çıkan Cehennem Topçu Cemil’i romanın başkahramanı yapmıştır. Cemil, âşık olup evlendiği teyzesinin kızı Neriman ile her şeyi bırakıp uzakta bir köyde yaşamayı isteyecek kadar yorgun ve bıkkın ama Anadolu’ya geçip Milli Mücadelenin en önünde yer almayı isteyecek kadar da cesurdur. Kurt Kanunu, 1926'da Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya yapılması planlanan suikast girişiminin arka planını konu alır.

“İnsanı bulmadan hiç bişey bulunamaz, insan da ruhtan, yokluktan başka bişey değildir. Çünkü asıl varlığını maddesi taşımaz, maddesini kavrayan yokluk taşır. Yokluk... Yani, RUH... Yani, maddenin cevheri... Ruhun varlığı nasıl anlaşılır bişey değilse, yokluğu da öyle anlaşılır bişey değildir. Aslına bakarsan biz burda ruhları değil, kendimizi sorguya çekiyoruz. -Mutlulukla içini çekti: -Hiç bir umulmazlık kendimizi sorguya çekmemizin şaşırtıcılığını aşamaz.”

Edebiyatta da, siyasette de söylenmeyenleri söylemek, genel geçer yargıları sarsmak istemiştir. Tarih ve toplum tezleriyle roman kuramını birleştirerek bir “Türk romanı” kavramını ortaya koyan Kemal Tahir, böylece edebiyat eserlerinin edebiyat dışı eleştirilerle karşılanmasının da yolunu açmıştır. Bugün romanlarını yeniden okumak, bakış açısını anlamaya çalışmak, eserlerini Batıcılık – Doğuculuk ikiliğine indirgememek önemlidir. Kendisiyle tanışmama vesile olan romanı Yorgun Savaşçı ilk okuduğumda beni nasıl sarstıysa Kemal Tahir’in yirminci yüzyılda yazdıkları yirmi birinci yüzyıl okurlarını hâlâ sarsmaya devam ediyor. Unutmamalı ki Halit Refiğ tarafından sinemaya uyarlanan Yorgun Savaşçı’nın kopyalarının yakılması değişik bakış açılarına görmek ve göstermek istemeyen bir sistemin yanlışıydı. Oysa Kemal Tahir, tam da bu tahammülsüzlüğün üzerini çizmek ve olayların bir de bu yönü var demek istemişti sadece.



Edebiyatımızın hem güçlü hem de tartışılan kalemlerinden biri olan Kemal Tahir’i anlatmak zor. Bir yazarı eserleri ve fikirleriyle tanımak önemlidir ama hayatına da göz atmak gerekir:  1910 yılında İstanbul’da dünyaya gelen İsmail Kemalettin Demir’in babası Yüzbaşı Tahir Bey, II. Abdülhamit’in yaverlerinden biriyken annesi Nuriye Hanım da Abdülhamit’in kızı Nâile Sultan’ın yanındaymış. Yüzbaşı Tahir Bey’in imparatorluğun çeşitli yerlerinde görev almasının ardından aile 1923’te İstanbul’a yerleşmiş. İsmail Kemalettin 1926’da annesini veremden kaybetmiş. Babası ikinci kez evlenince 10.sınıfta okulu bırakıp önce İstanbul’da avukat kâtipliği, sonra Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yapmış. Okul yıllarında tutulduğu yazıya şiirle başlamış. İlk şiiri 1931 yılında İçtihat dergisinde yayımlanmış. 1932’de İstanbul’a dönünce gazetelerde röportaj yazarı, çevirmen, düzeltmen olarak çalışmış. Kemal Tahir, gazetecilik çalışmaları sırasında Babıâli’de sosyalist aydınlarla ve Nazım Hikmet’le tanışmış. İlk eseri, 1936’da yayımlanan Namık Kemal İçin Diyorlar ki adlı kitapçık olmuş. İstanbul’un tanınmış gazetecileri arasına giren Kemal Tahir, bahriyede görevli kardeşi Nuri Tahir, Nâzım Hikmet, Hamdi Alev, Emine Alev, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekbilek ve Hüseyin Durugün'le beraber “askeri isyana tahrik ve teşvik” suçlaması ile 13 Haziran 1938’de -astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e bazı kitaplar vermek gerekçesiyle- tutuklanmış. Hukuk tarihimize “Donanma Davası” veya “Bahriye Olayı” diye geçen bu dava nedeniyle askerî mahkemede yargılanarak 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış. Kemal Tahir, Nazım Hikmet’le hapishane arkadaşlığı yaparken onun değerlendirmeleri eşliğinde notlar tutmuş. Çankırı, Çorum, Nevşehir ve Malatya illerinde mahkûmiyetini tamamladığı bu süreçte Anadolu halkını gözlemleme imkânı bulmuş. Hapishanedeki yıllarını okuyarak ve yazarak geçirmiş. 1950’li yıllarda Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, F. M. İkinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı gibi müstear isimlerle kitaplar yayımlamayı sürdürmüş. Amerikalı yazar Mickey Spillane'den çevirdiği Mayk Hammer dizisi büyük ilgi görünce orijinal kitapların tamamını çevirdikten sonra Mayk Hammer'in Yeni Maceraları’nı yazmaya devam etmiş; böylece Kemal Tahir’in kaleminden dört yeni Mayk Hammer romanı ortaya çıkmış. 6-7 Eylül olayları sırasında bir kez daha tutuklanıp Harbiye Cezaevi’nde 6 ay yatmış. 14 ay kadar Aziz Nesin ile birlikte kurdukları Düşün Yayınevi'ni yönetmiş. Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ile senaryo çalışmaları yapmış.

Kemal Tahir 1955’te kitap olarak yayımlanan Göl İnsanları’nda yıllar sonra ilk kez kendi ismini kullanabilmiş. 1973’e kadar üretken bir yazı dönemi geçirmiş. 1968’de Yorgun Savaşçı ile Yunus Nadi Ödülü’nü, Devlet Ana ile Türk Dil Kurumu roman ödülünü kazanmış. 1968'de aldığı davet üzerine SSCB'ye gitmiş. 1970'te akciğer ameliyatı geçiren Tahir, 21 Nisan 1973’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu İstanbul’da yaşamını yitirmiş.


Kaynaklar:

Hece Dergisi 181, Türkiye'nin Ruhunu Arayan Aydın Kemal Tahir

Notos Dergi 57, Dünden Bugüne Ne Değişti Kemal Tahir

Kemal Tahir’in Notlar’ına Yansıyan Roman Poetikası, Sümeyye Dinler Köksal

Tarihî Gerçek Ve Roman Gerçeği Açısından Kemal Tahir’in Romanları, Ayşegül Gülşen

Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar, Milliyet Yayınları

Kemal Tahir’in Eserleri, İthaki Yayınları

Kitap-lık Dergisi 111, Roman Olarak Tarihsel Roman: Türün İşlevine Kemal Tahir’in

Yorgun Savaşçı’sı Üzerinden Bir Bakış, Erol Köroğlu

Kitap-lık Dergisi 129, Romanda Tarih, Gürsel Korat


NOT: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Mayıs-Haziran (29) sayısında yayımlanmıştır.






Dolma Pişti mi?*

$
0
0



1970’ler Türkiye’nin en zor, en çalkantılı dönemlerinden biriydi. Her alandaki politik ayrışma keskinleşmiş, sağ ve sol arasındaki iletişim neredeyse tümüyle kesilmiş, şiddet ve terör günlük olağan haber haline gelmişti. Sanatçıların ise kendilerini yaşadıkları kaotik ortamdan ayrı düşünmesi beklenemezdi.  Edebiyatçılar da bu çatışma ortamının içinden yazmaya başladılar. Öne çıkan “toplumcu gerçekçi” anlayış ile yazan pek çok öykücü ve romancı işçilerin, emekçilerin, yoksulların hayatlarına pencere açtılar. Öğrenci olaylarını, 71 darbesini, devlet baskısını anlatırken seslerini biraz daha yükseltmişlerdi.

Aynı dönemde Muzaffer İzgü mizahi bir dille yazdığı öyküleriyle kendini gösterdi.  Gözlerini yoksul bir ailede dünyaya açan İzgü’nün öykülerinde ve romanlarında çok erken yaşlarda atıldığı hayat mücadelesinin izlerini görürüz. Mizah yazarı olarak tanınmış olsa da özellikle yoksul hayatları anlatan romanlarında neşeyle hüzün iç içedir. Sade ve akıcı dili sayesinde gülmeceyi metnin amacı olmaktan çıkarır ve acıyla yüzleşmenin aracı haline getirir. Yetiştiği, çok iyi bildiği toplumu anlatırken mesleğinin de verdiği bilinç ve gözlem yeteneğiyle devletin ezici gücünün hissedildiği yaşamları gözlerimizin önüne serer. Gülmecenin sınıfsal olmasını savunurken amacı okura kahkahalar attırmak değil, ağlanacak hal ve durumları yüzümüzde acı bir gülümsemeyle fark etmemizi sağlamaktır. Çağına tanıklık etmeyi seven Muzaffer İzgü, anlatmak istediği çarpıklıkları kendine özgü bir biçimde öyküye dönüştürürken okurunun gülümsemesini, farklı bir pencereden bakmasını ve düşünmesini amaçlar. Öykü ve romanlarında bahsettikleri okura hiç de yabancı gelmez, bazen iyimser bazen de kötümser bir anlayışla gündelik yaşamın izlerini taşır. Aile ilişkileri, sevgi, hoşgörü, fedakârlık gibi temalarla birlikte doğa ve insanın ikilemi, modernleşme sancıları ve yozlaşma, ekonomik çıkmazlar da eserlerine konu olmuştur. Bireysel sorunlardan çok toplumsal sorunlarla ve bireyin sorumluluklarıyla örülü olaylardan oluşan eserlerinin bazılarında toplumcu gerçekçi anlayış daha belirgin olarak kendini gösterir. İzgü’nün sıradan insanlarında hepimizde olduğu gibi acılar, sevinçler, özlemler, kıskançlıklar, hayaller, pişmanlıklar birbirine karışmıştır ve okurun aynası olurlar. 

En sevdiğim ve yazarın çocukluğundan izler taşıyan romanı Zıkkımın Kökü, aynı adla sinemaya uyarlanmış. Film, Hindistan Tokyo Film Festivali’nde Asya’nın En İyilerinden biri olmuş; Udapiur Film Festivali’nde Altın Fil Ödülü,  İspanya’da En İyi Yönetmen Ödülü ve Altın Koza Film Festivali’nde de beş ödül almış; Kültür Bakanlığı tarafından ödüllendirilmiş; Paris’te 1994 Cine Junior Ödülü’ne de layık görülmüş.

Romanın kahramanı zeki, çalışkan, muzip bir çocuk olan Muzo’nun ilkokul çağlarından başlayarak gençlik yıllarına doğru uzanan bir hikâyesidir. Bir yandan da Anadolu’nun yoksul çocuklarının erken büyüyüşünün resmidir.  Muzo anlatır kendi hikâyesini, gecekondu yaşamının bütün olumsuzluklarına rağmen sımsıcak ilişkilerle örülü bir ailenin küçük oğludur. 

“Babamın ev dediği şey, kocaman bir avlu, avluda bir nar ağacı, bir okaliptüs, bir de küçük oda… Odanın üstü çinkolarla kaplı, yanları bozulmuş ambalaj sanıkları ve çamur… çamur…” 

Babanın, değişiklik olsun diye her yıl evin başka bir duvarına pencere açma merakı olsa da iki küçük çocuğun dünyası yataklarına yattıklarında gördükleri tavana çakılı sinema kâğıdıyla renklenir. Tarzan Ormanlar Kralı’nın renkli afişindeki aslandan korkan Muzo’yu annesi onun bir kedi olduğuna usulca ikna eder. Yine de ev dedikleri bu mekân aslında azın da azıyla yetinmenin en alt sınırının temsilidir. Dışardan gelecek tehlikelere açık, güvenlik ihtiyacını karşılamaktan uzak, yaşamsal gereçlerin en zorunlu olanlarını içeren bir barınaktır sadece. Yine de aile üyelerinin her biri için bir aidiyet kaynağıdır, orada birlikte mutludurlar. Aile birlikte oldukça mekân da fiziksel olmasa bile kavramsal olarak genişler.



Zıkkımın Kökü’nde anlatılan hikâyede mekân önemli bir yer tutar. Sosyal ayrıntıları belirginleştirmesi, göç olgusuyla ortaya çıkan gecekondu yaşamını göstermesi, evle birlikte mahalle yaşamının yoksul çocuklar üzerindeki etkisinin hissedilmesi açısından bakıldığında romanda vermek istediği her şeyin merkezine gecekonduyu koymuştur yazar. Muzo’nun babası Ahmet yoksulluğun gerektirdiği yaratıcılıktan epeyce nasiplenmiş bir karakterdir. Bulduğu şaşırtıcı çözümlerle çocuklarının yokluk karşısındaki direncini kuvvetlendirir. Anne ise ideal bir ev kadınıdır; hayatın tüm zorluklarına direnirken babanın işsiz kaldığı anlarda aile reisi olarak çocuklarının çalışmasını sağlar. Parlak bir öğrenci olan Muzo’yu okumaya teşvik ederken büyük oğlunun meslek sahibi olması için uğraşır. Küçük şeylerle yetinen, mutlu olmayı ve mutlu etmeyi bilen anaç biridir. Romana sonradan katılan Raziye, Muzo ile yaşadığı aşka sadık bir küçük kadın olarak “bir boğaz eksik olsun” mantığıyla uygun biriyle evlendirilir. Yazar, bir yandan toplumun kız çocuğuna bakışını gösterirken diğer yandan Raziye’nin sesinden namus kavramını da sorgular ve sorgulatır:

“Senin o namus dediğin şey kaç paralık şeydir lan? Esas namussuzluğu bize onlar ettiler. Babam etti, analığım etti, şimdi evdeki etti. Biz onlara küçücük bi namussuzluk etmişiz çok mu?”

Muzaffer İzgü, kendi hayat hikâyesinden esinlenerek yaşamda karşısına çıkan tüm zorluklarla kâh direnerek kâh isyan ederek kâh kabul ederek azimle ve olgunlukla mücadele eden,  bir ideal genç yaratmıştır.

Muzaffer İzgü’nün edebiyatında çocuk kahramanlar kadar önemli hatta belki daha önemli bir yer tutan çocuk edebiyatına değinmeden onu tanımak pek de mümkün olmaz kanımca. İlkokul öğretmeninin verdiği serbest yazı ödevi için pencerede gördüğü bir yapraktan ilham alan İzgü’nün ilk öyküsü okulun duvar gazetesine asılınca yazarlığa ilk adımı da atmış olur. Kendi edebiyatı içinde çocuk edebiyatına da ayrı bir önem verir İzgü. Özellikle gülmecenin çocuk kitaplarında çokça bulunması gerektiğini, çocukların yetişkinlerden daha sert eleştiriler yapabildiklerini düşünür. Ona göre; gülmece kitaba iyi serpiştirilmezse çocuk, kitabı sadece komik bulur, iter ve okumaz.

“Bir çocuk kitabı çocuklara düş kurduramıyorsa işlevsiz bir kitaptır. Okuyunca düş kuran çocuk soru sorar. Yani beyin çalışıyor demektir. Düş kurduruyorsan beyin çalışmaya başlamıştır. Çalışan beyin soru sorar. Soru soran çocuk artık birey olmuş demektir. Kitabın görevi insanı birey yapmak olmalı. Ben hep bunu dikkate alırım. Çocuk kitaplarımda da bu ilkeler geçerlidir; düşündürüp soru sordurmak...”

Çocuk edebiyatını yetişkin edebiyatından ayıran temel özellik dil ve anlatım özelliklerinin “çocuğa göre” olmasıdır ki Muzaffer İzgü’nün eserleri bu açıdan çok başarılıdır. Yazarın Türkçe’nin düzgün kullanımıma verdiği önem çocuk kitaplarında öne çıkar. Evrensel değerleri,  eşitliği, insanca yaşam hakkını savunan yazarın eserleri bu değerlerin çocuğa aktarılmasıyla birlikte hem çocuk edebiyatının temel ilkeleri hem de değerler açısından en iyi örneklerdendir.

1933 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda doğan yazar 26 Ağustos 2017’de vefat etti. Siz bu yazıyı okurken ölümünün üzerinden üç yıl geçmiş olacak. Son sözü, son röportajından bir alıntıyla kendisine bırakıyorum:

“Eşimi kaybettikten sonra... Gökyüzü niye masmavi? Niye bu tarafı sarı, bu tarafı yeşil, bu tarafı kırmızı, bu tarafı mor değil? Bak, bak, bak... Kaç yaşındayım ben yahu? 84! Hep bunu görüyorum. Bugün dolma yiyorsun, dokuz gün sonra bir daha dolma yiyorsun. Dolma yemeye mi geldim bu dünyaya? İlkbahar, yaz, sonbahar kış... İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... İşte kiraz mevsimi gene geliyor. 84. kez kiraz mevsimini göreceğim... Her şey bana birer yineleme gibi geliyor. Artık, yaşın gereği galiba bu. İyi ki doktor olmamışım. Ben yaşta birisi gelse ‘Doktor, ölecek miyim?’ dese git, git derim. Ölüm korkusu nedir insanlarda, onu da hiç anlamıyorum. Ben varsam ölüm yok zaten, ölüm geldiği zaman ben yokum. Bu korkular, bu anlamsız şeylerden uzaklaşın. Düşünün, okuyun, yardımcı olun, güçsüzden yana olun, akıl verin, akıl alın... Bunların hiçbiri yok insanlarda.”

“Dolma pişti mi?”

“Pişti. Gel, ye...”

“Son sözüm bu...”

---

Alıntılar: 

Zıkkımın Kökü, Muzaffer İzgü, Bilgi Yayınevi

https://www.izgazete.net/muzaffer-izgunun-son-roportaji-%E2%80%98dusunun-okuyun-gucsuzden-yana-olun-roportaj,17.html

Koşkunlu, Y., 2008. Muzaffer İzgü’nün“Anneannemin Akıl Almaz Maceraları” Serisinde Aile Kavramının Çocuk Gelişimi Açısından Değerlendirilmesi. Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı, İzmir.



NOT: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Temmuz-Ağustos (30) sayısında yayımlanmıştır.


Gergedan Kitabevi Atölyeleri'nde Yeni Sezon

$
0
0

PAZARTESİ OTURUMLARI


Ağustos geldi, bu gidişle Eylül de çabucak geçip gider. Bir umut pandemi tutsaklığımız hafifler  ya da yine evlerde geçiririz sonbahar ve kışı. Sığınağımız kitaplarla baş başa geçecek, üzerinde konuşup düşünecek, tartışacak yeni hikayelerle ve belki ilk kez okuyacağınız yazarlarla Gergedan Atölye'deki yolculuğumuz 4 Ekim'de başlıyor.
Geçtiğimiz dönemde başladığımız yeni uygulamayla oturumları hem pazartesi hem de perşembe yapıyoruz.
İki oturumun içeriği birbirinin aynı. Pazartesi uygun olmayanlara ikinci bir seçenek sunmak hem de sayımızı fazla kalabalıklaştırmadan isteyen herkesin konuşabilmesini sağlamak amacıyla böyle bir bölünmeye gittik. Oturumları yüz yüze yapıp yapamayacağımızı bilmiyoruz. Bir süre daha çevrimiçi (online) devam etmek gerekecekmiş gibi görünüyor.

Pazartesi oturumlarının tarihli listesi yukarıda👆
❌NOT: PAZARTESİ GRUBU EKİM KAYITLARIMIZ DOLDU.
İLGİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM:


Perşembe oturumlarının tarihli listesi aşağıda👇
📚PERŞEMBE GRUBU KAYITLARI DEVAM EDİYOR 
 
Atölyelere kayıt olmak ve bilgi almak için GERGEDAN KİTABEVİ ile iletişime geçebilirsiniz.

0216 350 2766
0549 609 5546
bilgi@gergedankitabevi.com

Ya da eğer isterseniz aşağıdaki bağlantıyla açılan formu doldurabilirsiniz.




PERŞEMBE OTURUMLARI

Ekim'de görüşmek üzere...

Orhan Pamuk, Tarih, Roman, Kimlik, Veba, vs.

$
0
0


Gergedan Kitabevi'ndeki yaz okumalarını Orhan Pamuk'un üç tarihi romanıyla tamamladık. 1985'te yayımlanan Beyaz Kale, 1998'de yayımlanan Benim Adım Kırmızı ve son olarak geçtiğimiz Mart ayında yayımlanan Veba Geceleri. İşte yazarın edebiyatı içinde tarihi romanların yeri ve kurmaca dünyasıyla ilgili konuştuklarımızdan ve notlarımdan derlediğim kısa bir özet. 

Orhan Pamuk, eserlerinde yol ve arayış fikriyle karşımıza çıkan bir yazar. Genellikle toplumsal kimlik sorununa odaklanan, bunu da Doğu Batı ikilemi çerçevesinde anlamlandırmaya çalışan hikȃyeler anlatıyor. Beyaz Kale ile modern romandan post modern romana geçtiğini, Benim Adım Kırmızı ile de post modern romandan tematik romana doğru kaydığını söyleyebiliriz. Veba Geceleri ise Tolstoyal yapısıyla daha romanın ilk cümlesinden itibaren bir tarih romanı ya da roman biçiminde bir tarih metni olduğunu söylerken Savaş ve Barış'a göz kırpmakta. Son verdiği söyleşilerde de belirttiği gibi yazar yeni şeyler denemeyi seviyor, her romanında okuyucusuna farklı bir lezzet sunuyor.

Bu üç romanda önce anlatıcılar arasındaki farklara bakmak doğru olur. Beyaz Kale, Sessiz Ev'deki kurmaca karakter Faruk Darvınoğlu'nun bulduğu bir tarihi anlatıyı okuduktan sonra aklında kalanları kaleme aldığı metin olarak kurgulanmıştır. Benim Adım Kırmızı ise canlı, cansız farklı karakterlerin birer birer sahne aldığı bir orta oyunu gibidir. Burada anlatıcı meddah, her karaktere ses verir. Beyaz Kale, çift özneli bir anlatı iken Benim Adım Kırmızı çok özneli bir metindir. Her iki roman da "ben anlatıcı" dediğimiz birinci tekil şahıs ile okura seslenir. Veba Geceleri'nde yazar daha farklı bir yol tercih etmiş. Yine bir kurmaca karakter olan Mina Mingerli tarafından büyükannesi Pakize Sultan'ın mektuplarının yayına hazırlanması sebebiyle hazırladığı bir önsözün büyüyerek romana dönüştüğü bir metin var elimizde. Yani tıpkı Beyaz Kale'de olduğu gibi bir kurmaca karakterin okuduğu ve üzerinde çalıştığı tarihi bir metinden süzüp anlattıklarıyla karşı karşıyayız. Fakat bu kez bakış açısı "ben" değil, üçüncü tekil şahıs.

Beyaz Kale ve Benim Adım Adım Kırmızı  ile İstanbul içinde dolaşırken Veba Geceleri'nde  Akdeniz'de hayali bir adadayız. Ancak bu ada İstanbul'u anımsatıyor okura. Bir yandan da İstanbul hep ulaşılması istenen, özlenen, dönülmesi arzulanan bir hayal olarak metnin içinde kendini gösteriyor. Orhan Pamuk eserlerinde mikro evrenler yaratmayı ve olay örgüsünü bu evrenin içinde kurmayı tercih eden bir yazar. Bu nedenle "ada" bir şehir olarak bütün anlatılarında var. Veba Geceleri'nde ise cisimleşmiş olarak karşımızda.

Her üç anlatısında da Doğu ile Batı ikilemini kahramanları ve aidiyetleri üzerinden sorguladığını söyleyebiliriz. Beyaz Kale'de Venedikli Köle ile Osmanlı Hoca'nın musalla taşı benzetmesiyle karşı karşıya geldikleri masa ve bu masadaki yazdıkları, hayal ettikleri, birbirlerinden öğrendikleri bilgiyle keşfettikleri... Benim Adım Kırmızı'da Enişte ile Baş Nakkaş Osman, iki boyutlu minyatür sanatı ile perspektifle resmedilmiş portreler, Kara ile nakkaşlar karşı karşıya gelir. Veba Geceleri'nde Arkaz'da karantina da kullanılacak ilaçlar ile cinayette kullanılan zehirler eczacılar ile aktarları, Düvel-i Muazzama ile Osmanlı'yı, bilim ile hurafeyi, suç ve cezayı, tümevarım yöntemiyle bilmece çözen Shelock Holmes ile onun yolunu izlemek isteyen Abdülhamid'i, kahraman ile asiyi okuyoruz.

Romanlarında hep birkaç farklı çatışma yaratmayı ve okurun  bu çatışmaların birinden diğerine sürüklenmesini tercih eden Orhan Pamuk Veba Geceleri'nde de Benim Adım Kırmızı'da olduğu gibi kurmacasını aşk ve cinayet izlekleriyle ilerletiyor. Beyaz Kale'de hiç kadın karakterle karşılaşmazken Benim Adım Kırmızı'da Ester ve Şeküre güçlü kadın karakterlerdir. Veba Geceleri'ndeki üç kadın ise toplumun farklı kesimlerini temsil eden öncü kadınlar olarak çizilmiş. Elbette dönemsel gerçekliğe biraz aykırı ama okuduğumuzda bir kurmaca değil mi zaten. En önemlisi de anlatıcı-yazar Mina Mingerli de dördüncü kadın olarak zaman zaman sesini duyuruyor.

Tarih olarak baktığımızda Beyaz Kale 17.yy ortalarında geçerken Benim Adım Kırmızı 16.yy sonunda geçer. Veba Geceleri ise günümüze çok daha yakın bir tarihte yaklaşık yüz yirmi yıl önce 1901'de geçen bir hikȃye. Her üç romanda da dönemin padişahları hikȃyeye dahil. Beyaz Kale'de IV.Mehmet'i hem sarayın bahçesinde hem de seferde kahramanlarımızla yakın ilişki içindedir. Benim Adım Kırmızı'da III.Murad, Kara ve Nakkaş Osman'a cinayeti çözmek için üç günleri olduğunu söylediği sahnede ilk kez karşımıza çıkar. Veba Geceleri'nde ise Abdülhamid hem her yerde var hem de yok. Tıpkı tarihin tozlu sayfalarında anlatıldığı gibi sarayından hiç çıkmadan tüm azametiyle Arkaz'da kahramanlarını ve okuru baskı altında tutuyor. 

Romanın ilk yarısında karantina vesilesiyle sertleşen otoriteye uymayı reddeden halkın pasif direnişini okurken ikinci yarısında beklenmedik bir anda kurulan ulus devletin inşa edilmesi hikȃyesiyle karşılaşan okuru oldukça şaşırtıyor Orhan Pamuk. Aslında her iki bölümde de halkın otorite karşısındaki tutumuna dikkat etmek ve otorite simgelerini karşılaştırmak romanı daha iyi anlamak için iyi olur. Eğer üç kitabı arka arkaya okursanız Orhan Pamuk'un kırk yıldır düşündüğü veba ve karantina hikȃyesiyle Minger adasını Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı'nın satırlarına gizlenmiş olarak bulacaksınız. Genel olarak Orhan Pamuk romanlarında, bellek, rüya, mekȃn ve hikȃye iç içe geçer ki Veba Geceleri'nde de aynı yöntem işliyor. Doğu Batı ikilemini çağrıştıran simgelerle yüklü, son derece akıcı, bana göre kolay okunan keyifli bir roman. Romandaki bilgileri, simgeleri, izlekleri bulmayı dikkatli okurlara bırakıyorum. Okurken yanınızdan kağıt kalem ve telefonu eksik etmeyin :)


“Yalnızlık Dünyayı Doldurmuş.”

$
0
0



İstanbul deyince zihnimize pek çok imge üşüşür ki Adalar da bunların içinde en mavisi, en yosun kokulusu ve en çok hikâye yüklü olanıdır. Prens Adaları’nın en büyük üçüncüsü Burgaz, Heybeli ile Kınalı’nın arasında, bize Hişt! Hişt! diye seslenen Sait Faik’in evi ve adasıdır.  Yalnız Burgaz değil İstanbul da bir kent olarak yazarın ömrünü geçirip içinde adım adım dolandığı, özlediği, yaşadığı ve yazdığı şehirdir. Kentsel özelliklerinin yanında tarihi, doğası ve insanıyla nefes alıp veren vazgeçilmez bir dost hatta bazen sevgili olur çıkar. Eserlerinde izlenimlerinden, tanıklıklarından, deneyimlerinden, anılarından yararlanmıştır. Bugünkü kadarını tahmin edebilir miydi emin değilim ama o kentin kalabalığını sever çünkü İstanbul içinde insan olmazsa cansız bir varlıktan, güzel ama ölü manzaradan başka bir şey değildir. Sait Faik’in hayatı da eserleri üzerinden okunabilir; öykülerindeki kişilerde, mekânlarda, kentlerde, olaylarda her zaman geçmişinden izler bulmak mümkündür. 

İlk baskısı 1936 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan ilk kitabı Semaver’deki öykülerden itibaren tüm eserlerinde “küçük ve sıradan” insanlarla tanışırız. Kitaba adını veren öyküde bir fabrikada çalışan, sabah kaynayan semaverin küçük dünyalarındaki huzuru temsil ettiği Ali ile annesinin beraberliği Sait Faik ile annesi Makbule Hanım arasındaki ilişkiyi anımsatır. İstanbul’un insanları, Haliç’te sert ve sisli geçen kışların yaşayanlar üzerindeki etkisi, bozuk kaldırımlar üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe giden mektep hocalarının, celeplerin, kasapların fabrikanın üstünde biraz dinlenirken üstüne zencefil serpilmiş salep içmeleri gözümüzde canlanıverir.  Stelyanos Hrisopulos adlı Rum balıkçı ile torunu Trifon’un hikâyesinde kıt kanaat geçinen balıkçılar gelir karşımıza, Trifon gibi olgun ve akıllı olmayabilir tüm çocuklar, hayaller de suya bırakılan bir gemi gibi batabilir yüreğinizi burkarak. 

1939 yılında yayımlanmış olan Sarnıç’taki öykülerinden Kalorifer ve Bahar’da İstanbul’un merkezine uzak bir semtte oturan insanların hayatlarına konuk oluruz. O mahallelerden şehrin merkezine gitmek, İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelmekten çok daha zordur.İstanbul’u camileri, camileri ise kapısında dilencileri olmadan düşünmek mümkün mü? Ya cami kapısındaki dilencinin hayali ne olabilir sizce? Evet, bildiniz. Mütevazı bir iş sahibi olmak ister, Bir Karpuz Sergisi olsa mesela. Kumkapı, Galata, Beyazıt, Beyoğlu, Gülhane kendini gösterir Sait Faik öykülerinde. Mesela Galata Köprüsü –elbette eski olanından bahsediyoruz- üzerinde durup gelip geçen vapurları izleyen, elbisesinden gemiciliği dökülen bir adam ile üstünden başından amele olduğu anlaşılan bir adam hiç konuşmadan yan yana cigaralarını tüttürerekÜsküdar’ın ışıklarına dalıp giderler Mavnalar öyküsünde. 

Şahmerdan 1940 yılında basılır. Hikâyelerden çoğu İstanbul’da geçer. Üsküdar İskelesi’nden aldığı piyangoya ikramiye çıkınca meczuba dönen Recai Efendi ile karısına kızıp Yassıada’ya kaçan Fındık Ali’yi, Kaşıkadası’nda krallığını ilan eden Ali Rıza’yı tanırız. Paşazade hikâyesindeki anlatıcının anlattıklarıyla yazarın çocukluk anıları, konak yaşamına dair izler taşır.

1948’de Varlık Yayınları tarafından ilk baskısı yapılan Lüzumsuz Adam’a ismini veren öyküyle tanıştığımız Mansur Bey mahallesinden pek memnundur. Levantenlerin, Rumların, Yahudilerin yaşadığı, Türklerin bulunmadığı bir mahallede yaşamakta ve civardaki üç dört sokak dışında başka bir yere gitmemektedir. Yedi yıl sonra bir gün Saraçhane’ye çıkar, İstanbul değişmiştir; ertesi gün Maçka’ya gider. Yedi sene daha mahallesinden çıkmamaya karar vermiştir ama… Kocamustafapaşa’daki Sümbüllü Kahve’den Burgaz Ada’ya, Beyoğlu’ndan Karaköy’e tüm İstanbul’u dolaşırken yazarın öykülerindeki değişim de göze çarpar. 

1952’de Birtakım İnsanlar adıyla yayımlanan Medarı Maişet Motoru’nun serüveni 1940’da başlamıştır. Yeni Mecmua’da tefrika edilirken de “sakıncalı” bulunan romanı için yayımcı bulmakta zorlanan Sait Faik 1944’de kendi olanaklarını kullanarak annesinin maddi desteğiyle romanını yayımlatır. Ancak bakanlar kurulu kararıyla toplatılan eser bazı bölümleri çıkarılarak sekiz yıl sonra 1952’de eksilmiş haliyle okuruna ulaşır. Romandaki Medarı Maişet adlı balıkçı motorunun adı Sait Faik’in bir şiirinden Ceylanı Bahri adını alır. 1970’ten sonra roman özgün adıyla basılabilir. Sansürlenen bölümler, yazarın roman karakterlerine söylettiği sosyal adalet, yoksulluğun azaltılması üzerine düşünceleridir. 11 Kasım 1949 tarihli bir röportajda “Medarı Maişet isimli bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı tozpembe görüyorum diye mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken iki bin lira mahkeme masrafı ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!”  der Sait Faik. Romanı kahramanı Fahri gibi Sait Faik de Maçka’da bir apartmanda yaşayan anne ve babasının tek çocuğudur. Fahri’nin ailesi de Sait Faik’in ailesi de Adapazarı’nın önde gelen ailelerindendir ve maddi sıkıntıları yoktur. Ayrıca Fahri’nin Darülfünun’da Edebiyat okuması da yazarla arasındaki başka bir benzerliktir.  


Mahalle Kahvesi 1950’de Varlık Yayınları tarafından basılır. Öykülerinde İstanbul’un sisli günlerinden birini anlatırken, bir Yahudi mahallesine yolu düşer. Vapurla hep önünden geçtiği ama bir kez bile gitmediği adada oturan Rum kızının Kınalıada'da Bir Ev’de geçen hayatını hayal eder. Bir gece sarhoşluğun etkisiyle geç kalıp, eve de gitmek istemeyince Beyoğlu’nda bir otelde alır soluğu ve Bir Bahçe’deki sabaha uyanır: Bir şehirde senelerce oturulur. Bıkılır. Usanılır o şehirden; her yerini gördüm, tanıdım sanılır. Ama daha ne görülmedik insanları, ne görülmedik sokakları, her gün önünden dört-beş defa geçtiğimiz halde iyice göremediğimiz binaları vardır. Yine döner dolaşır Burgazada’ya çıkar ve Ermeni Balıkçı ile Topal Martı hikâyesinde, ilk kez balığa çıkan kahramanın hissettiği duygular, denizde karşılaştığı büyük sessizlik karşısında ürkerek denizle karayı karşılaştırması anlatılır. Sait Faik’in balıkçılarla dostluğu, kayıklarıyla denize çıkması, onları izlemesi üzerine düşününce bu hikâyenin de kendi ilk deneyiminden yola çıkarak kurgulanmış olması pek mümkündür.  “Benim yine başım dönüyor. Bir daha mı balığa çıkmak? Bu ne kocaman, sağır, derin ses, denizin sesi. İnsan bu küçük sandalın içinde ne ufak. Ah kara. Orada sesler, insanlar, gürültü var. Ağaçlar var. Rüzgârlar var. Ayağının altında kaskatı topraktan açıklara bakmak tatlı şey... Ah bir dönsek! Karaya bir ayağımı bassam kurbanlar keseceğim…”


Bir yıl sonra 1951’de birbirine bağlı on üç hikâyeyle Havada Bulut Varlık Yayınları’ndan çıkar. Ahmet adındaki anlatıcının, Mehmet adındaki bir başka anlatıcıya, kendi hayat hikâyesinin hikâyesini okumasından oluşan, birbiriyle ilintiliymiş gibi görünen hikâyeler Beyoğlu'nda aylak gezen bir öğrencinin dünyayı umursamayan maceralarını konu eder. Sait Faik’in kitabın adını ilk olarak Kovada Bulut koyduğu fakat daha sonra kimine göre ilk kez yayınlayan Büyük Doğu Dergisi'nde bir yanlışlık yapılarak Havada Bulut olarak yayınlandığı kimine göre ise kitabının isminin Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır'ın itiraz etmesiyle değiştirildiği söylenir. Gerçeği kim bilebilir? Sait Faik, Havada Bulut’u evlilik teklifi yaptığı ama annesinin onaylamadığı Aleksandra, Nevin Hanım ve V. Hanım'a ithaf eder. Burada ismi geçen V. Hanım’ın Sait Faik’in bir zamanlar âşık olduğu Vedat Hanım olma olasılığı yüksektir herhalde. 

1951’de ilk basımı yapılan Kumpanya’da gezici bir tiyatro kumpanyasının ve ömürlerini tüketen baş aktör ile tiyatro müdürünün hikâyesinin anlatıldığı Kumpanya öyküsünde İstanbul eserin bütününde bir karakter olarak kendini gösterir. Kriz öyküsünde kentin bir kış günü görülen soğuk ve karanlık yüzü ile Necmi’nin yaşadığı kimlik bunalımı birbirini tamamlar. Beyoğlu’nun eğlence yerleri, randevu evleri, Şehzadebaşı’nın kahveleri Necmi’nin uğrak yerleridir. Sait Faik de hikâye kişisi gibi üniversitede derslere girmek yerine İstanbul sokaklarında dolaşır, Şehzadebaşı ve Halk kıraathanelerinde vakit geçirir.

İlk baskısı Varlık Yayınları’nca 1953 yılında yapılan ve Medarı Maişet Motoru’ndan sonra yazarın ikinci romanı kabul edilen eser bir Boğaziçi köyüne yerleşen eski konsoloslardan Vildan Bey’in kızı Nevin’in toplumun dayatmalarına, söylentilerine aldırmadan hayata tutunmaya çalışmasının hikâyesidir. Her şeye rağmen mutluluğu arayan Nevin'in hikâyesine “kadın olmak” açısından bakınca bugün de pek bir şey değişmemiştir.

Havuz Başı yine Varlık Yayınları’ndan 1952 yılında basılır. Hikâyelerin çoğunda İstanbul vardır. Bir Sonbahar Akşamı’nda ise bu mevsimde kentin üzerindeki bıldırcınlara bakarken karaciğer hastalığının etkisi altındadır ve belki de ölüm olasılığından korkan her insan gibi o sonbaharın bir kez daha göremeyeceği mevsimlerin sonuncusu olduğunu düşünmüştür: “Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her maddenin ıslık çaldığı bir vapurda Adalar’a gidip gelirim.” Bir de damaklarımızın olmazsa olmaz tadı Simitle Çay’le İstanbul’u içimize işler sanki: “Yeniden İstanbul sokakları. Memursanız evrak, muharrirseniz mevzu, işçi iseniz tarak, işsizseniz park...  Her şey içinizi delik deşik eden yağmurlu günün içine sinmiş çay kokusu, dişlerinizdeki susam tanesi ile tadını alır, ilk adımını atar.”

Aynı yıl aynı yayınevi Son Kuşları’ı da yayımlar. İçindeki dokuz öykünün bazılarında Burgazada bazılarında İstanbul’un kendisi vardır. Mesela boya sandıklarının üzerine resimler yapan, göz kapakları kirpiksiz ve kıpkırmızı, Bakırköylü Mercan Usta’yı anmadan geçmek olmaz. Onu Gün Ola Harman Olaöyküsünde anlatır Sait Faik ve “Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu? Oturmamışsa Allah aşkına vazgeçin bu yazımı okumaktan,” der. Ağıt öyküsünde, Burgazadalı Barba Apostal’la tanıştırır bizi. Ömrü boyunca dürüst yaşayan, kimseye muhtaç olmayan, minnet etmeyen yaşlı balıkçıyı da hüzünle anar.

On iki hikâyeden oluşan Alemdağ’da Var Bir Yılan’da İstanbul yazarın ve kahramanların ruh halleriyle uyumlu olarak tasvir edilir öykülerde. Aynı zamanda bazı öykülerde İstanbul ve semtlerinin hikâyenin kahramanlarından biri olduğunu da görürüz. “Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk Bulvarı’nda cinler top oynuyor…  Atatürk Köprüsü’nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış Haliç’e öğürüyordu.” Evinin önünde rastladığımız, üzerine şarkılar yazılmış, yalnızlığını paylaştığı meşhur sözü de kitapla aynı adı taşıyan öyküde karşımıza çıkar: "Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor."

Son olarak 1954’te ilk olarak Varlık Yayınları tarafından ölümünden sonra basılan Az Şekerli isimli kitabındaki dokuz öykünün bazıları eski eserleridir, kitabın son bölümünde ise röportajlar vardır. Öykülerde yine İstanbul’un izine, dokusuna rastlanır. Sait Faik’in iki hikâyesinde olay baba figürü etrafında örülür.  Müthiş Bir Tren ve Gümüş Saat

Sait Faik’in öyküleriyle ilgili söylenecek çok şey var elbette, kısıtlı sözcük sayısıyla külliyatına dair yaptığım kişisel seçimle onu anlatmak mümkün değil. Öykülerindeki biyografik unsurların, yaşadığı kenti yansıtmasının, denize, doğaya, adaya, İstanbul’a,  tutkusunun da ötesinde onu hikâyelerine seçtiği, konu ettiği, unutulmaz kıldığı kahramanlarıyla hatırlarız. Sadece yoksulluk, yoksul insanların küçük dünyaları değildir hikâye ettiği öyküler. Çocuklar, işçiler, balıkçılar, emekçiler, aylaklar, yoksullarla karşı karşıya kalan zenginler, hepsi birer hikâye anlatıcısıdır. Fakirlik her birinin bakışında, ifadesinde değişir, yeniden biçimlenir, görünür olur. Sait Faik Abasıyanık’ı okumak sabah kaynayan bir semaverle mutlu olmayı bilmek, cami avlularındaki dilencileri fark etmek, Galata köprüsünün üzerinde dikilip vapurları seyretmek, Burgazada’da Medarı Maişet motorunu aramak, Barba ile topal martının muhabbetini dinlemek, simitle çay içmek ve sonbaharda kuşların artık ne adalara ne de İstanbul’a geldiğini fark etmektir. Belki İstanbul artık Sait Faik’in İstanbul’u olmaktan çıktı ama Burgaz şükür ki Sait Faik’in adası olmaya devam ediyor.

NOT: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Kasım-Aralık 2020 (32) sayısında yayımlanmıştır.

*Alıntılar Sait Faik Abasıyanık’ın eserlerinin YKY ve İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlamış baskılardan yapılmıştır.
*Kaynaklar: Sevengül Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, YKY
                     Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık
                     Yeşim Özdemir, Sait Faik’in İstanbul’u, İstanbul Kültür A.Ş.



Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

$
0
0

2019 yılı bahar aylarında Gergedan Atölye'de son toplantılarımızı yaparken bir Proust dalgası dolaşmıştı odanın içinde. Dalgayı başlatan atölyemizin müdavimlerinden Canan Hanım'dı. Okur muyuz, okumaz mıyız diye düşünürken o dalgaya kapılıp "Evet," demiş buldum kendimi. O yaz Proust okumakla geçti. Benim için Proust okumak sadece Kayıp Zamanın İzinde'yi okumakla biten bir iş değil. Anlatmak üzere okuduğum her kitabın ve yazarın çevresinde onlarca kez dönüp iç içe geçen bir sürü okuma çemberi çizdiğimi söylersem abartmış olmam. Başta Mehmet Rifat'ın yazdıkları olmak üzere o büyük romana geçmeden o kadar çok şey okudum ki neredeyse kitabın hangi cildinde ne var, nasıl anlatıyor, metnin içinde nelerle karşılaşacağım, hepsini biliyordum. Oysa romanı okumaya başladığımda pek de düşündüğüm gibi olmadı. Anladım ki yazarın sunduğu evren benim düşündüğümden çok daha katmanlıydı.
2019 Ekim'inde Gergedan Kitabevi'nin arka odasında yirmi kişilik bir yolculuktu Kayıp Zamanın İzinde. Doğrusu okurken çektiğimiz tüm zorluklara değen bir atölye oldu. Hem Proust'un edebiyatı hakkında hem Proust ve dönem hakkında çok şey öğrendik, keşfettik, eğlendik. Yazarın sunduğu o renkli dünyanın tadını çıkardık. Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum, Proust okuyup üzerinde düşünmek öyle bir iz bırakıyor ki bir okur olarak daha sonraki bütün  okumalarınıza da katkı yapıyor. Çağrışım, bellek, zaman, anımsama üzerinde düşündükçe bir hikȃye anlatma sanatı olan edebiyatın içindeki yolculuğunuz da daha derinleşiyor. 
Kayıp Zamanın İzinde'yi okumak gerçekten zor çünkü Proust mektupları da dahil olmak üzere uzun ve yoğun yazan biri. Yazdığı her şeyi en ince ayrıntısına kadar tarif etmeyi, anlatıyı bir resim ya da yontu gibi elle tutulur hale getirmeyi seviyor. Yalnızca yayımlanmış kitaplarına baktığımızda yaklaşık on bin sayfalık bir metinle karşılaşıyoruz. Yazdığı mektuplar yirmi ciltten fazla. Aslında yazdıkları anlaşılmaz ya da karmaşık değil ama kalabalık. Bugünün hızını öngörmüşçesine bir an durmayı, etrafa bakmayı, gördüğümüz her şeyi sindirmemizi, belleğimize kazımamızı isteyen bir yavaşlıkta anlatan, bu nedenle de tüm duyuları önemseyen bir yazar. Renkleri, dokuları, tatları, sesleri, kokuları anlatısının içinde onun hissettiği biçimde hissedebilmeniz için yazmış. Yüzyıllara meydan okuyan bütün klasik eserlerde olduğu gibi okurundan zaman ve dikkat rica ediyor. 
Tıpkı roman kahramanı Marcel gibi Proust da elinden kaydığını fark etmediği yaşamı an be an geri getiremeyeceğinin bilincinde olarak çağrışımlar yoluyla zamanı yakalamaya çalışmış. Bu çaba felsefe, sanat, tarihle biçimlenmiş muhteşem bir roman olarak ortaya çıkmış. Roman boyunca zamanın akışı içinde değişen insanı, istem-dışı bellek fikrini, zamanı yenerek ölüme meydan okuyabilenin sanat olduğunu anlatmış ve göstermeye çalışmış Proust.
Hakkında ciltlerce inceleme yazılan, tezlere araştırmalara konu olan, okunamazlığı konusunda edebiyat efsanesi haline gelen bu romanı bir blog yazısıyla anlatmam mümkün değil. Ama mademki bu yazıyı yazdım o zaman yedi kitaptan oluşan bu dev eserin her bir kitabında neler olduğuna dair kısa bir özet vereceğim tabii.

Bu arada YKY'nin yeni kitap kapakları pek güzel 



1.Kitap: Swann'ların Tarafı
Üç bölümden oluşur. İlk bölüm anlatıcı-kahramanın Paris'in dışında küçük bir taşra kasabası olan Combray'de geçen çocukluk izlenimleridir. İkinci bölüm ise Combray'de komşuları olan Swann ile Odette'in aşkını ve evliliğe varan ilişkilerini anlatır. Üçüncü bölümde başrolde Paris vardır ama anlatıcı-kahramanın gitmek istediği yerlerle ilgili hayallerini okuruz. Birbirinden farklı bu üç bölüm romanın devamında hep bazı düğümleri çözmemizi sağlayacaktır. 

2.Kitap: Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
Bu kitapla Proust 10 Aralık 1919’da Goncourt Ödülü’nü kazanır. İlk bölümde Odette'i ona tutkuyla bağlanan anlatıcı-kahramanın gözünden izleriz. Bir yandan da yeni karakterlerle tanışırız. İkinci bölümde bu kez Balbec'te büyükannesiyle tatilde olan anlatıcı-kahraman hem yeni karakterlerle hem de meşhur Albetine ile tanıştırır bizi.

3.Kitap: Guermentes Tarafı:
Bana göre okunması en zor kitap bu. Burjuva dünyası ile aristokratların dünyasını tüm ayrıntılarıyla anlatırken isimler başınızı döndürebilir :) Özel adların büyüsüne kapılması, yazarlık yeteneğini sınaması bize içindeki snobizmin ipuçlarını verir.

4.Kitap: Sodom ve Gomorra
İçinde yaşadığı topluma çok yakından bakan anlatıcı-kahraman aristokratların, eşcinsellerin, burjuvaların yaşamını anlatır. Dreyfus Meselesi de ilk kez bu kitapta karşımıza çıkar.

5.Kitap: Mahpus
1923'te Proust'un ölümünden sonra yayımlanır. Aşk ve tutsaklık meselesinin öznesi olan Albertine ile anlatıcı-kahraman arasındaki ilişki kitabın ana konusudur.

6.Kitap: Albertine Kayıp
Evden kaçan Albertine'i arama çalışmaları yapılmaktadır. Onu bulmak umudu tükenirken anlatıcı-kahraman sevgilisinin geçmişini de araştırmaya devam eder. Annesiyle Venedik'e gider ve Giotto'nun freskleriyle karşılaşır.

7.Kitap: Yakalanan Zaman
Proust, eserini son bölümünü romanı yazmaya karar verdiği ilk yıllarda yazmıştır. Kitabın özelliği zamanın gerçekten yakalanıp yakalanamadığıyla ilgili sorular ve kelimenin tam anlamıyla her şeyin alt üst olmasıdır.

Buraya dek okumuşsanız yazının, Proust'un ve dev roman Kayıp Zamanın İzinde'nin ilginizi çektiğini düşünüyorum. Bu romanı okumak isteyen ama birlikte okumayı ve incelemeyi tercih eden sevgili okurlardan gelen talep üzerine Proust atölyesini tekrarlıyoruz. Okumak zaman alacağı için şimdiden duyurmak istedim.



►Atölye Ocak 2022'de Gergedan Kitabevi'nde olacak ve 4 hafta sürecek.
Hafta içi ve akşam saatlerinde olmasını planlıyorum.
Elbette çevrimiçi (online) yapıyoruz atölyemizi. 

Atölye programımız da şöyle...
  3 Ocak Pazartesi  19.00 - Marcel Proust'un yaşamı ve yazma serüveni, romanın konusu
10 Ocak Pazartesi  19.00 - Kayıp Zamanın İzinde (bakış açısı, zaman, mekan, karakterler)
17 Ocak Pazartesi  19.00 - Kayıp Zamanın İzinde (izlekler, çatışmalar, çağrışımlar)
24 Ocak Pazartesi  19.00 - Kayıp Zamanın İzinde (sanat, bellek, tarih, felsefe)

►Bilgi almak ve kayıt olmak için "Gergedan Kitabevi"ni arayabilirsiniz
   ☎     0216 350 2766
        0549 609 5546
   📧   bilgi@gergedankitabevi.com





Son olarak Swann'ların Tarafı'ndan bir alıntıyla bitirelim:
“…Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır” 




 


Hangi Şehir Hangi Hikaye

$
0
0



Farsçadan alıp kullandığımız bir kelime şehir, eş anlamlısı “kent”. Nedense günlük kullanımda tercihimiz ilkinden yana. Sözlükleri karıştıracak olursanız “insanların toplu olarak yaşadığı yerleşim yerlerinden biri; idari ve mülki bakımdan köy ve kasabadan sonra en büyük olanı; tarım alanı olmayan kalabalık yerleşim birimi,” benzeri tanımlara rastlarsınız. Ama şehir aslında bu tanımların ötesinde şeyler ifade eder. Şehir uygarlıktır, ruhtur, aidiyettir, kimliktir. Özellikle batı dillerinde uygarlık anlamına gelen sözcüklerle akrabalığı vardır. Örneğin Yunanca'da "polis", Fransızca'da "cite", İtalyanca'da "citta", Almanca'da "stad", Latince'de yurttaşlık anlamındaki "urbs" ve "civitas" sözcükleriyle tanımlanır. Hatta Arapça'da "medine" sözcüğüyle.



Bir şehre ilk kez gidiyorsanız kapıları, surları, kaleleri, sarayları vardır sizi bekleyen. Koca levhalarda, küçük broşürlerde kimlerin, ne zaman gelip de oraya yerleştiğini anlatırlar, kimlerle savaştıklarını, ne acılar çekildiğini ve sonunda nasıl başardıklarını. Ama aslında anlatılan şehrin hikâyesi değildir bana göre o şehirde yaşayanların yazdığı hikâyedir. Şehrin hikâyesi herkese göre değişir.
Gizlediği, gösterdiği, dışladığı, içine alıp hapsettiği kavramlarla tanırız şehirleri ve her bakışla başka bir hikâye anlatır bize. Ben yabancısı olduğum bir şehri en çok terk edilmiş yerlerinden tanımaya çalışırım. Metruk binaları, viran duvarları, boşaltılmış köyleri çok şey söyler. Zamanın törpüsüne yenik düşmüş de olsalar tüm yaşanmışlıkların izlerini saklarlar gören gözler için. Şehri var eden, ona kimliğini ve ruhunu kazandıran insan aynı zamanda kendinden önceki izleri silmek için elinden geleni yapar. İnsan ve zaman tüm kudretiyle geçmiş yaşamların üzerine bir örtü örter. Bulunduğumuz yeri kendimizin yapma çabasıdır bu, yeni taşındığımız bir evin kapısına ismimizi yazmak gibi.



Dünya edebiyatına şöyle bir göz attığımızda da şehirlerle anılan yazarlar gelir aklımıza, bir şehri tanımak demek o yazarlarla şehrin sokaklarında dolaşmak demektir benim gibi hikayelerin peşinde koşanlar için. Derler ki Dublin bugün yıkılsa Ullysses’e göre yeniden inşa edilebilirmiş. Henüz görmedim, söyleyenlerin yalancısıyım ama düşünmesi bile keyif veriyor. İstanbul için böyle bir ifade asla kullanamayacak olsak da onu anlatan, yaşayan, yaşatan eserler sayesinde şehirle ilişkimiz içinde yaşamanın ötesine geçiyor. İstanbul içimize işliyor, kök salıyor, bizi ölümsüzlüğüne hapsediyor. Gerçek şu ki her yazar hatta her eser farklı bir İstanbul anlatır bize. Sait Faik’in İstanbul’u ile Tanpınar’ın İstanbul’u birbirinden farklıdır, Mario Levi başka bir İstanbul anlatır, Jale Sancak başka bir İstanbul, Orhan Pamuk başka bir İstanbul. 
Peki, biz zavallı okurlar bunca İstanbul arasından hangisinin peşinden gideceğiz? Bana göre dostlar biz aslında hikâyenin ve o hikâyeye yakışan şehrin peşinden gideceğiz. Her hikâyede o şehrin başka bir yüzünü başka insanlarını başka zamanlarını tanıyacağız. Daha önce bilmediğimiz sokaklarda dolaşıp duymadığımız söylenceler dinleyeceğiz, tanımadığımız insanlarla karşılaşacağız. Zaten bir şehri şehir yapan, onu kalbimize mıhlayan da insanları ve hikâyeleri değil mi?
Thin Cities 4: Sophronia by Matt Kish
http://www.johncoulthart.com/feuilleton/2015/07/03/seeing-calvino-invisible-cities/

Bir taraftan da edebiyat bize öyle büyülü bir dünya sunar ki kimi kitaplarda okuduğumuz şehirlerin ya da ülkelerin gerçekte var olmadıklarını biliriz ama öyle güçlü öyle inandırıcıdır ki yazar öyle bir hayal kurup yazmıştır ki inanmamak elimizden gelmez. Italo Calvino, Görünmez Kentler’de anlattığı elli beş şehirle gönlümüzde taht kurar. O kentlerin her biri hem sizin kentinizdir hem de Kubilay Han’ın ele geçirdiği kentlerden biridir ama bir yandan da Marco Polo’nun Venedik’idir. Necip Mahfuz, tüm şehri hatta tüm dünyayı değil bir kente bir sokağa sığdırır da kitap bittiğinde sokaktan bir türlü çıkmadığımız aklımıza bile gelmez. Cortazar ise Seksek’te önce Paris’in sokaklarında oyuna sokar bizi. Aşıklar önceden sözleşmeksizin o gün sokaklardan birinde karşılaşmayı, buluşmayı umarak dolaşırlar. Seksek oyunu tuzaklarla dolu bir başka kentte sona erer.
Bazen de yazarın anlattığı şehri gidip kendi gözlerinizle görmek istersiniz, dere tepe düz gider bir de bakarsınız ki kelimelerle resmedilmiş o muhteşem şehir hiç de size anlatıldığı gibi değil ya da sizin hayalinizdeki gibi değil. Marifet kimdedir? Bakanda mı, görende mi, anlatanda mı, okuyanda mı? Yanıtını herkes kendine göre versin. 

Önemli Not: Fotoğrafların anılan şehirlerle ilgisi yazana anımsattıklarında gizlidir :) 

Viewing all 239 articles
Browse latest View live