Quantcast
Channel: Fatma Burçak: Hikayesini Arayan Okur
Viewing all 239 articles
Browse latest View live

Edebiyatın İçinde Felsefeyi Aramak

$
0
0

Edebi metinler üzerinde konuşurken incelemesini yaptığım romanların/öykülerin yalnızca anlatılan hikâyelerden ibaret olmadığını çok sık anımsar ve anımsatırım. Düşünceler büründükleri biçimler aracılığıyla konuşur. Okuduğumuz sayfada karşımıza çıkan tablo, kahramanın mırıldandığı melodi, ayrıntılarıyla betimlenmiş bir mimari ya da zihnimizde soru işaretleri oluşturan cümleler, insanlığın kolektif belleğinden süzülüp yazarın kaleminden hikâyenin içine planlı ya da plansız karışır, o metni sağlamlaştırır, unutulmaz yaparlar.

Felsefe, filozoflar ve düşüncelerinden ibaret değildir tıpkı yazarlar ve yazdıkları metinlerin sadece hikâyelerden ibaret olmadığı gibi. Felsefe düşünmeye, anlamaya, sorgulamaya niyetli bireylerin ve tabii toplumların ortaya koydukları düşünsel bir değişim sürecindeki tartışmaların kendisidir. Siyasi ve toplumsal hareketlerin, büyük dönüşümlerin temelinde; temel hak ve özgürlüklerin tanınmasında ve demokrasinin gelişiminde; insanın bilinçlenmesinde, doğru düşünebilmesi ve varoluşunu sorgulayabilmesinin özünde felsefe vardır. Günümüzde bilgiyi üretmenin yollarından biridir. Düşünen insan/toplum sorduğu kavramsal sorulara tutarlı, doyurucu, doğru yanıtlar ararken felsefe –aradığımız yanıtları versin ya da vermesin- önermeleriyle düşünceleri zenginleştirir, yeni ufuklar açar, farklı bakış açılarıyla bir dünya görüşü sağlar. Edebiyat tüm bu bilme, dünyayı ve yaşamı anlama çabasını hikâye eder. Felsefeyi filozofların zihinlerinden, kitap sayfalarından çıkarıp yaşamın içine sokar.

Felsefenin ve edebiyatın ortak konusu/öznesi olan insan, yaşamı üzerine düşünmeye başladığında bir anlam arayışının içine girer. Kendi hayatından ve ilişkilerinden yola çıkarak kavramları sorgulamaya başlar. Sevgi, hoşgörü, adalet, dürüstlük, iyilik, kötülük, ahlak… Tüm bu kavramları ve yaşamın içindeki olayları yaratıcılıkla yorumlar. Felsefe akıl yürütmeye dayanırken edebiyat hayal gücüne, sezgiye, duyguya dayanır. Felsefenin amacı sorulara doğru/doyurucu yanıtlar aramakken edebiyat yanıtlardan, çözüm aramaktan uzak durur. Anlattığı hikâyeyle, yarattığı karakterlerle okurun kendine yönelik düşünmesini, meraklanmasını, şüphe duymasını, dünyanın sorunlarını fark etmesini sağlar. 


Edebiyat Ne İşe Yarar  isimli kitabında Rita Felski şöyle diyor: “İnsanın bir kitapta kendini bulması, tanıması ne anlama gelir? Aynı anda hem düpedüz sıradan hem de gene eşsiz gizemde bir deneyim gibidir. Sayfaları çevirirken kuvvetli bir betimlemenin, bir olaylar kümesinin, karakterler arasında geçen bir konuşmanın, bir iç monoloğun etkisine kapılırım. Metin ile okur arasındaki boşluk birdenbire, habersizce, şimşek gibi bir anda çakıveren bir bağlantıyla aşılır; bir yakınlık ya da uyuma ışık vurur. Sözcüklerin belli bir birleşiminin barındırdığı önsezi karşısında şaşıp kalmış olan ben ya böyle bir anın gelmesini bekliyor ya da böyle bir anla tesadüfen karşılaşıyorumdur. Her iki durumda da, bana hitap edildiğini, çağrıldığımı, davet edildiğimi hissederim: Okuduğum sayfalarda kendi izlerimi bulmaktan alamam kendimi. Bir şeylerin değiştiği su götürmez; perspektifim başka bir yöne kaymıştır; daha önce görmediğim bir şeyi görüyorumdur.”

Edebiyat ve felsefe, insanı, varlığı, dünyayı ve evreni anlama/anlamlandırma çabasında dili kullanır. Dil sayesinde fikirler açılığa kavuşur, hayatı anlamada, karar almada, kendimizi ifade etmede daha başarılı oluruz.  Felsefe soru sormayı, fikirleri ifade etmeyi, amacını, işlevini, farklı bakış açıları önermeyi dille gerçekleştirir. Edebiyatın hamuru, hammaddesi, malzemesi olan dil iletişim, anlama, ifade etme aracıdır ve insanlığın ortak paydasıdır. Düşünme ve dil arasındaki ilişkinin en önemli göstergesi olan soyut düşünme sayesinde insan yalnızca kendi dışındaki gerçekliği isimlendirmekle, kavramlaştırmakla yetinmez, çevresiyle ilişki kurar ve aynı zamanda gerçekliği var eder. 

Felsefi Roman adlı incelemesinin başında Gürsel Aytaç da diyor ki: “Felsefe, doğası gereği soyut olanla uğraşır. Edebiyat ise soyutu somutlaştırma gibi bir işleve sahiptir. Başka deyişle edebiyat, bizim konumuzda felsefi roman, felsefi görüşleri ete kemiğe bürüyerek adeta onlara ‘can verir’, ruh katar. Bu anlamda diyebiliriz ki edebiyat, felsefenin sanat katına ‘yükseltilmişidir’. Düşüncenin, felsefenin ‘yükseltilmesi’ de olur mu denebilir ya da edebiyat katında gerçekleşen somutlaştırma, olsa olsa bir düzey kaybıdır görüşü ortaya atılabilir. Sanatlaşan felsefe ya da felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat) ürünleridir…”

Felsefe yazarların kalemlerinden hınzırca sızıp edebiyat metinleriyle zihnimize yerleşir. Edebiyatın söylediği de felsefenin sorduğudur ya da felsefenin sorduğu edebiyatın söylediğidir. İşte o biricik romanlarda, öykülerde felsefenin izlerini aradığımızda karşımıza bakın neler çıkar.

Yirminci yüzyıl modern romanının en bilinen eserlerinden biri olan Büyülü Dağ’da Thomas Mann önemli bir felsefi meseleyi ana tema olarak ele alır: Zaman.

“… Zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağıyla ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortada. Zamanı yeni ve ilginç şeylerle doldurmanın, onun geçmesini sağladığı –aslında kısaltmak demek istiyoruz- , buna karşın tekdüzeliğin ve boş durmanın zamanı ağırlaştırdığı ve onun akışına engel olduğu kanısı yaygındır. Oysa bu her zaman böyle olmaz.”

Yine aynı romanın ‘Kar’ bölümünde yazar hayat felsefesini ortaya koyar:

“Yaşam ve ölüm, hastalık ve sağlık, ruh ve doğaymış! Bunlar gerçekten birbirine karşıt şeyler mi? Soruyorum size: Bunlar sorun mu? Hayır, bunlar sorun değil, soyluluk sorunsalları da değil. Ölümün izleri yaşamın içinde sürer; öyle olmasaydı yaşam diye bir şey olmazdı. Homo Dei statüsü de bunun içinde –ölümün izlerinin ve aklın tam ortasında bir yerde, mistik toplumla havalı bireycilik arasında bir yerlerde. Buradaki sütunumdan bunların tümünü görebiliyorum. İnsan böyle bir durumda olduğuna göre, kendine karşı saygın, iyi ve içtenlikli olmalı ve yürekli davranıp kendisiyle iletişim kurmalı çünkü soylu olan o, karşıtlar değil. İnsan karşıtların efendisi, tüm bu karşıtlar o var diye var; demek ki o karşıtlardan daha soylu. Ölümden de daha soylu; ölüme göre fazla soylu. Ona zihinsel özgürlüğünü veren de bu. Yaşamdan da daha soylu; yaşama göre fazla soylu. Ona yüreğindeki inancı veren de bu. Kafiye de tutturdum işte! İnsanlıkla ilgili bir şiir düşledim.”

Marcel Proust, çaya batırılan madlenin bir anda yeniden şekillendirdiği evrende, mekânın karşısında zamanın üstünlüğü üzerine kurguladığı, on dört yılda yazdığı yedi cilt boyunca, uzun sürelerle ve farklı mekânlarla ayrılan karakterleri tek bir an içerisinde birbirine bağlar. Kayıp Zamanın İzinde’de bizim kontrolümüz dışındaki -tat, koku, diğer duyumlarla tetiklenmesiyle harekete geçen- istem dışı bellek fikri, bu büyük romanın edebi yapısının temel taşıdır. Proust, dördüncü cilt  Sodom ve Gomorra’da hayatını adadığı eserinin dayandığı felsefeyi şöyle açıklar.

“…Norveçli filozofun dediğine göre, M. Bergson onları hatırlama yeteneğine sahip olmasak da, hatıralarımızın hepsine sahip olduğumuzu söylemiş. Hatırlama yeteneğine sahip olmasak da. Peki ama hatırlanmayan bir hatıra nedir ki? Ya da daha ileriye gidelim. Son otuz yıla ait anıları hatırlamıyoruz ama onlarla sarmalanmış durumdayız; öyleyse niye otuz yılla sınırlıyoruz kendimizi, bu önceki hayatı niye doğumdan öncesine kadar uzatmıyoruz? Arkamda kalmış hatıraların koskoca bir bölümünü bilmedikten, onlar benim için görünmez olduktan sonra, benim bilemediğim bu kütle içinde, bir insan olarak hayatımın çok öncesinde yer alan hatıraların da bulunmadığını kim iddia edebilir? İçimde ve etrafımda hatırlayamadığım bunca hatıra varsa, bu unutuş (herhangi bir şeyi görme yetisinden yoksun olduğuma göre, hiç değilse fiili unutuş) bir başka insanın bedeninde hatta bir başka gezegende yaşadığım bir hayatı da kapsayabilir. Aynı unutuş her şeyi siler…”

Romanları, geliştirdiği varoluşçu felsefe, siyasetteki etkinlikleriyle yirminci yüzyıla damgasını vuran yazar ve düşünürlerden biri olan Sartre, Duvar isimli öykü kitabındaki son öykü olan Bir Yöneticinin Çocukluğu’nda kişinin kendi ‘ben’ini inşa edişini dile getirir:

“…‘Kendimi arıyordum orada’, diye düşündü, ‘kendimi bulamıyordum.’ Açık yüreklilikle, ne olduğunun dökümünü yapmıştı. ‘Olduğum gibi olmak zorundaysam bu küçük bezirgândan fazla bir değerim olmazdı.’ Böylece bu yıvışık mahremiyetin içine dalarak etin kaderi, eşitliğin aşağılık kuruntusu, düzensizlik yoksa, insan ne keşfedebilirdi? ‘İlk atasöz,’ diye düşündü Lucien, ‘kendi içini görmeye kalkmamak’ bundan daha büyük yanlış yoktur. Gerçek Lucien -şimdi biliyordu-  onu başkalarının gözlerinde Pierrette’in ve Guigard’ın korkan boyun eğişlerinde, onun için büyüyen ve olgunlaşan bütün bu varlıkların, onun işçileri olacak bütün bu genç acemilerin, bir gün belediyesine başkan olacağı büyük-küçük bütün Ferolles’lülerin umut dolu bekleyişinde araması gerekiyordu.”

Felsefi yanıyla okurun yoğun dikkatini isteyen romanlardan biri de Herman Hesse’nin Boncuk Oyunu’dur. Romanla aynı ismi taşıyan ve ancak seçkin belli bir zümrenin oynayabildiği oyun mükemmele ulaşma ve öze dönme çabasının simgesidir.

“Boncuk Oyunu’nun Kastalya’daki en yüce şey olup olmadığı ve hayatını ona adamaya değip değmeyeceği sorusuydu, çünkü giderek oyunun yasa ve olanaklarının daha gizli sırlarını ele geçirmesi, arşivin ve oyun simgelerinin karmaşık dünyasının rengârenk labirentlerinde kök salması oyuna ilişkin kuşkularını boğup atmaya asla yetmemişti; yaşamıştı, biliyordu çünkü, inanmak ve kuşku uymak birbirinden ayrılmayan iki parçaydı, nefes alıp vermek gibi birbirine bağlı şeylerdi ikisi de, oyun mikrokosmosunun tüm alanlarında kaydettiği ilerlemeler sonucunda görme gücü ve oyunun tüm sorunsallığına karşı duyarlığı artmıştı.”

Gürsel Korat’ın Rüya Körü isimli romanında zamanın insanlar tarafından nasıl algılanıp değerlendirildiği rüyalar aracılığıyla okura aktarılır:

“Çünkü geçmiş zaman unutuştur, gelecek zaman ise doğmamış unutuş. Bunların birbirinden farkı yoktur. İnsan daima unutur. Yapabildiği tek tanrısal eylem, hatırlamaktır… Rüyalarda bütün zamanlar ve bütün olaylar; gelecek, geçmiş ve şimdi iç içe yaşanır; çünkü her şey bir yerde olup biter.”

Son olarak Julio Cortazar’ın bilmece romanı Seksek’le bitirelim. Kitabın başında açıkladığı seçeneklerle okura üç farklı okuma biçimi sunan yazar, roman geleneğine meydan okurken derin bir okuma deneyimi sunar. Kayıpla telafisi arasında bir köprü kuran roman parçalardan bütüne ulaşır. Zaman parçalanır ve yadsınır. Cortazar, okuru bir möebius döngüsü içine sokar:

“Bir iş yapmak, iyi iş yapmak, çiş yapmak, sağır taklidi yapmak, bir yığın eylemi olası tüm bileşimleriyle yapmak. Ama her eylemin altında bir karşı koyma da yatıyor, her edime bir yerden çıkıp başlanır, varmak için; o işi yapıp bitirmek için atılınır, bir şeyin yerini değiştirmek, orada olacağına burada bulundurmak, şu eve girmek, hayır yanındakine değil, buna da girmek değil, şuna girmek; her tür edimde bir eksik yan var, yapılıp tamamlanmamış kısım, hâlâ yapılabilecek olandır. Eylemi bitiremeyiş ve içinde bulunulan anın acizliği, eksikliği, şimdiki zamanın zavallılığı karşısında, deyimin özünde var olan kendiliğinden protesto ediş vardır, eylemin tamamlanamamış kısmı, deyimin, içindeki edimi geri çevirişidir. Eylemin doyasıya yapılmış olduğunu ya da sonuçta eylemlerin tümünün eylemin adına layık bir yaşamı anlattığını düşünmenin bir ahlakçının sezgisi olduğunu sanalım. İşten vazgeçmek daha iyi; çünkü vazgeçiş protesto eyleminin ta kendisidir, yalnızca maskesi değil ta kendisi.”


İnsanın varoluşuyla birlikte gelişmeye başlayan dil, ilk öykülerini Gılgamış Destanıyla, Mahabharata gibi sözlü gelenekle günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce meydana çıkardığı halde bugün hâlâ yeni öyküler yaratmaya, her okur için farklı dünyalar inşa etmeye devam ediyor. Kelimelerle kurduğumuz çatılar soyut düşünceyi somutlaştırır, hikâyelerle canlandırır. Okuduğumuz her hikâye asla son olduğunu iddia etmeden başka hikâyelerin kapısını açar. Öyle ki her okuma okuru başka bir hikâyeye taşırken, her hikâye de başka bir okurun okumasıyla yeniden canlanır. Felsefe ve edebiyatın dil üzerinden kurdukları ortaklık, soyut kavramların somutlaştırılmaları ile kurdukları, düşünme ve yaratıcılık üzerinden geliştirilen işbirliği insanlığa müthiş hikâyeler armağan etti. Yukarıda birkaçından alıntı yaptığımız yazarlara ekleyecek çok isim var. Ne mutlu ki okuma yolculuğunun sonsuzluğunda her öykü bizi bir başka öyküyle, yazarla, filozofla buluşturmaya devam edecek. 

  NOT: Bu yazı Düşünbil Dergisi 94.sayıda yayımlanmıştır.






Duvar Kağıdının Altında*

$
0
0



Kadınlarla erkeklerin hayat hikâyeleri birbirinden farklıdır. Günlük yaşamları, sosyalleşme süreçleri, kendilerini var etme biçimleri birbirine benzemez. Yine de bu farklılık iki cinsin birbirini dışlama, ötekileştirme, diğerine üstün olma çabasını haklı çıkarmaz. Ancak dünyanın süregiden eril düzeninde var olma ve benliğini oluşturma mücadelesi veren kadının çabası hiç kolay olmadığı gibi çoğu zaman da erkekler tarafından engellenir.

Kadın ve erkek kelimeleri dünya üzerinde yaşayan insan cinslerinin tanımından farklı anlamlarla yüklüdür. En başta Adem’in kaburga kemiğinden olma meselesiyle, Adem’in biçimlendirdiği bir dünyada onun belirlediği sınırlar içinde yaşamaya mecbur bırakılmış biridir kadın. Ne yazık ki tüm çabasına, arzusuna karşın henüz çemberi kırabilmiş, sınırı aşabilmiş, duvarlarını parçalayıp atabilmiş değil. Dünyanın bilinen tarihinin öznesi erkektir. Bu tarihi yapan da yazan da erkeklerdir; kayda geçirilmiş olan tarih onları yazanların seçimlerine göre biçimlenmiş ve insanlığın belleğine kazınmıştır. 

Orta Çağ’ın karanlığından kurtulduktan sonra 18.yy’a kadar kadın, tüm olumsuzluklara ve engellemelere rağmen eğitim, edebiyat, bilim, felsefe ve ekonomide erkekle çatışmaya başlamış, toplumsal hakları için erkeğe direnç göstermiştir. Yaşamı giyotinle sonlandırılan Olympe de Gouges’un dediği gibi “Kadınların idam sehpası üzerine çıkmaya hakları varsa, konuşmacı kürsüsüne de çıkmaya hakları vardır.” 19.yy’da her türlü ayrımcılığa rağmen -işverenlerin masrafları azaltmak için işçi ücretlerine gözlerini dikmesiyle- kadın işçi ve memurlara yer açılmıştır. ABD’de devlet bile daha az ücretle kadınları öğretmen olarak atamaktadır. Birinci Dünya Savaşı kapıyı çaldığında kadınlar geleneksel rolleriyle ülkelerine hizmet edemeyeceklerinin bilincine vardılar.

Giderek kadın mücadelesi tarihine dönmekte olan bu yazıyı özüne döndürmenin zamanı geldi. Ancak herkes tarafından bilinmesi anlaşılması gereken en önemli mesele şudur kanımca: İnsan denen varlığın bir tarihi varsa bu erkeklerin değil kadınlarla erkeklerin birlikte oluşturduğu bir tarihtir. Kadın ile erkek arasındaki var olma mücadelesinin en görünür olduğu yerlerden biridir edebiyat. Sosyalist ve Feminist ütopyalar -yazıldıkları günden ve hatta bugünden- gözlerimizi geleceğe dikerek farklı bir düzen kurulabileceğini hayal etmemizi sağlar.

1860 yılında doğan ve oldukça zor bir yaşamın üstesinden gelen Gilman, 20. yüzyılın başında toplumsal eleştirmen ve konuşmacı olarak tanındı, kültürel feminizmin öncülerinden biriydi. Women and Economy (Kadınlar ve Ekonomi, 1898) isimli en ünlü eserini insanların toplumsal ve ekonomik ortamları tarafından belirlendiklerini iddia ederek Sosyal Darwinist hipotez üzerine kurmuştu: Kadın, erkeğe ekonomik anlamda bağımlı olduğu için, yapay bir toplumsal ekonomik ortam içindedir. Bu durum kadının normal gelişimini engellediğinden ırkın tamamen yok olması tehlikesini doğuracaktır. Kendisini hümanist olarak gören Charlotte Perkins Gilman “… insan olmak için kadınların insanlığın hayatının bütününde yer alması gerektiğini” savunmuştu. 

Gilman’ın kütüphaneci ve yazar olan babası karısıyla iki çocuğunu yoksulluk içinde bırakıp gitmişti. Annesi Mary Perkins, sevgisini göstermekten kaçınan bir kadındı. Çocuklarının kendisi gibi incinmemeleri, güçlü karakterler olmaları için kurmaca hikâyeler okumalarını bile yasaklamıştı. On beş yaşına geldiğinde yedi farklı okulda tamamlayabildiği dört yıllık bir eğitim almış olan Charlotte, sürekli okurdu. Babası, yıllar sonra iletişim kurduğunda ona bir okuma listesi vermişti. On sekiz yaşın Rhodes Island Tasarım Okulu derslerine kabul edildi. İyi bir ressam, yetenekli bir eğitmendi. Evliliğin kendisi için uygun olmadığını düşünse de yirmi dört yaşındayken ressam Charles Walter Stetson ile evlendi, bir yıl sonra tek çocuğu Katherine doğdu. Doğum sonrası geçirdiği depresyon pek ciddiye alınmadı. Kadının anne olmasının ardından depresyon geçirmesinin düşünülemeyeceği zamanlardı. Sarı Duvar Kâğıdı, yaşadığı bu süreci, kadına yönelik önyargılarla düzenlenmiş tedaviler sonucunda giderek kötüleştiği ve akıl sağlığını yitirme aşamasına gelişini anlattığı en bilinen öyküsüdür. Bu öyküde “normal” olanın “deli” olana tahakkümü erkeğin kadına, sağlıklı olanın hastaya, kocanın karısına, veli olanın velayet altında olana boyun eğişini simgeler. Öykü sinir bozukluğu ve çöküntüden yakınan anlatıcının kocası John tarafından iyileşmesi amacıyla şehir dışındaki bir malikaneye getirilmesiyle başlar. Anlatıcı bahçenin dışına çıkarak toplumun içine karışamaz, tüm arzusuna rağmen bahçedeki gülleri görebileceği bir odaya değil “çok itici, hatta mide bulandırıcı; cansız, pis bir sarı renkte” duvar kâğıdı kaplı bir odaya yerleştirilir. İçini kağıtlara gizlice dökebilir çünkü aynı zamanda doktoru olan kocası tarafından hastalığının ciddi olmadığı teşhis edilmiştir ve yazmanın ona iyi gelmeyeceği söylenmiştir. Bilinen tasarım ilkelerine uymadığını düşündüğü sarı duvar kâğıdı giderek anlatıcı için anlam kazanmaya başlar, o duvar kağıdına hapsedilmiş kadını kurtarmak ister.  6-7 Haziran 1890’da Pasedena’daki evinde yazdığı bu öykü feminist yayınlar içinde en bilinenlerden biri, 20.yy kadınını yansıtan bir aynadır. Gilman 1913 yılında kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı’nı Neden Yazdım? açıklamasında şöyle der: 

“… umutla ülkenin en iyisi olduğu bilinen ünlü bir sinir hastalıkları uzmanına gittim. Bu bilge adam bana yatak istirahati verdi, ki hâlâ sağlıklı olan bir beden bu istirahate iyi tepki verince uzman derhal bir şeyim olmadığı kanısına vardı ve ‘olabildiğince uzak bir yerde olabildiğince sıradan bir ev hayatı yaşamamı’, 2günde en fazla iki saatimi fikirsel eylemlerle geçirmemi’ ve ‘bir daha asla kaleme ya da fırçaya sarılmamamı’ öğütleyerek beni eve gönderdi. Yıllardan 1887’ydi.

Eve gittim, üç ay boyunca bu öğütlere uydum ve zihinsel yıkımın öyle sınırına geldim ki ötesini görebiliyordum…”

1888’de pek fazla rastlanmayan bir durum olsa da kocasından ayrı yaşamaya başlamıştı, 1894’de boşandılar. Bir süre reformist ve feminist hareketlerin içinde görev aldığı Kaliforniya’da yaşadı. Barışçıl ve ilerici insan ırkını teşvik eden, kapitalizmi ve ayrımcılığı istemeyen milliyetçi hareketle tanıştı. 1896’da Ulusal Amerikan Kadın İstihdam Derneği, Londra Sosyalist İşçiler ve Sendikalar Kongrelerinde delege oldu.  Annesinin ölümünün ardından doğuya dönme isteğiyle uzun zamandır görmediği kuzeni Hougton Gilman ile iletişime geçti. 1900 yılında New York’ta evlenip 1922 yılına dek burada yaşadılar. 1909’da 1916’ya dek yedi yıl boyunca ayda bir yayımlanan iddialı ve çok yönlü The Forerunner dergisinin yayımcısı ve tek yazarıydı. Bir feminist ütopya olan Kadınlar Ülkesi ve distopya diye niteleyebileceğimiz Bizim Ülkemiz tefrika halinde bu dergide yayımlandı.

Charlotte Perkins Gilman Kadınlar Ülkesi’nde başta annelik olmak üzere kadınları ataerkil toplum düzeninin baskısından kurtarıp yeteneklerini, becerilerini ortaya koyabilecekleri ütopik bir toplum hayal etti. Çocukların yetiştirilmesinden toplumun tamamı sorumlu olmalıydı; onları seven, taleplerine yanıt veren, bakımlarına özen gösteren herkes anne olabilirdi. Kadının doğurganlığına atfedilen kutsallık, anneliğin yüceltilmesi, çocuğa kendini adayan kişinin onu dünyaya getiren olması gerektiğine yönelik inanç ve baskı, kadınların bu sınırların dışına çıkmasını önlemenin toplumsal kabule en uygun yoluydu.   Profesyonel bir bakımla sorumluluğun tüm toplum tarafından paylaşıldığı bir dünyada kadın da istediği eğitimi alabilir, hayata katılabilir, üretken ve yaratıcı olabilirdi. Üstelik annelerinin sürekli ilgisinden bağımsız büyüyen çocukların özgür ve yaratıcı zihinler olabileceklerdi. Romanın en önemli izleklerinden biri kadının yalnızca insanlığın devamını sağlayan bir üreme organı, gelecek nesli yetiştiren bir çocuk bakıcısı olarak gören eril düzene muhalefet olsa da Gilman romanında yalnızca annelik meselesine odaklanmadı. Eşit ve refah toplumun yaratılmasında bireyler arasındaki uyumun ve paylaşımın önemine dikkat çekerek bir toplum modeli ortaya koydu.


 Gelişmiş bir toplumun yaşamakta olduğu ideal bir dünya olan Kadınlar Ülkesi’ne izinsiz giren üç erkek kâşif bu ütopyanın bir distopyaya dönüşmesine sebep olmuşlardı. Erkekler, üstelik eğitimli ve bilinçli erkekler neden bunu yaparlar? Bilmeden içine girmiş oldukları bu kadınlar toplumunu anlamaya, değer vermeye özen göstermiş olsalar da neredeyse genlerine işlemiş olan başka bir düzenin değerlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Gilman yüz altı yıl önce yazmış olduğu romanda “dünyayı kadınlar yönetseydi…” önermesine ya da arzusuna da bir bakış açısı kazandırdı. 

1934’de eşinin ölümünün ardından Charlotte Perkins Gilman Kaliforniya’ya kızının yanına döndü. 1932’de kendisine meme kanseri teşhisi konmuştu ve tedavisi yoktu. Ölümcül hastalıklar için ötenazinin savunucusu olan yazar 1935’de kloroform içerek hayatına son verdi. İntihar notunda kanser yerine kloroformu tercih ettiği yazıyordu.




*Bilgi: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Mart-Nisan 2021 (34) sayısında yayımlanmıştır.


Şu Bizim Shakespeare

$
0
0

 



Başlık Shakespeare’in Macbeth piyesinin ünlü repliğinden… Onu ne kadar tanıyorsunuz bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki isminin hissettirdiği kadar ağır, uzak biri değil. Atölyelerde okudukça, anlattıkça eğlenceli ve sürprizi seven bir yazar olduğunu keşfetmek hepimiz için keyifli olmuştu. Uzun yazdığım konusundaki uyarılara rağmen yine çok çok yazacağımı biliyor ve daha ilk satırlarda nasıl kısaltacağımı düşünüyorum.

Biraz eskiye dönerek başlayalım…

Önce Antik Yunan’da ortaya çıkan sonra Antik Roma’da devam eden ancak Avrupa’ya yayılan Hristiyanlıkla bin yıllık bir suskunluğa bürünen tiyatro geleneği, Orta Çağ’ın sonunda bazı din adamlarının Tevrat ve İncil’deki önemli konuların sözsüz biçimde canlandırılarak halka etki edilmesi fikrini ortaya atmasıyla canlanır gibi oldu. Ancak bu temsillerin tiyatro olduğu düşünülemez. Rönesans’ın başlamasıyla tiyatronun ilk ürünleri de İtalya'da görüldü ama en önemli eserlerini Rönesans'ı geç yaşayan İngiltere gibi ülkeler verdi. Bu noktada aklımıza gelen en önemli isimlerden biri, hatta ilki Shakespeare.

Onun yazdıkları hakkında kalem oynatabilmek için yaşadığı ve yazdığı dönemi anlamak gerekiyor. 1564-1616 yılları arasında yaşayan şair, oyun yazarı, hatta oyuncu ve hiç kuşkusuz ki dünya kültür tarihinin en bilinen kahramanlarından biri.  Eserleri, zamana yenilmeden yüzyıllardır izlenmeyi biraz da yazarın ismi etrafında dönen gizeme borçlu. Pek çok varsayım dolanıyor ortalıkta. Aslında hiç yaşamadığı hatta sonelerle piyeslerinin o dönemin bazı yazarları tarafından kaleme alındığı bile söyleniyor. Bu yazının konusu Shakespeare ve Avrupa tiyatrosu olduğuna göre yaşadığını, büyük bir şair olduğunu, şiirdeki ustalığını tiyatro eserlerine yansıttığını söyleyerek devam edelim.



Shakespeare’in bugüne uzanan unutulmazlığını ve vazgeçilmezliğini anlamak için Altın Çağ diye anılan Elizabeth İngiltere’sine bir göz atmak gerekir: 1520’lerde VIII.Henry, Luther’in başlattığı reform hareketine şiddetle saldırmış ve Papa tarafından «inancın savunucusu» ilan edilmişti. Fakat Anne Boleyn ile evlenebilmek için bu tutucu Katolik inancından vazgeçti. 16. ve 17. Yüzyıllar arasında İngiltere topraklarının inanç mücadelesi yüzünden kanla yıkandığını söylemek pek de yanlış olmaz. İngiliz halkı da kralla birlikte Katoliklikten ihtiyatlı bir Protestanlığa daha sonra köktenci bir Protestanlığa, Kraliçe Mary ile tekrar militan bir Katolikliğe ve Elizabeth ile bir kez daha Protestanlığa döndü. Ama kırk beş yıl boyunca tahtta oturan Kraliçe için hayat hep zor oldu.

Babası Kral VIII. Henry, annesini idam ettirdiği için gayrı meşru sayılarak tahttan men edildi, daha sonra yeniden varis kabul edilerek tahta çıktı, tahta çıktıktan sonra Katolik aristokratlar tarafından sürekli tehdit edildi, Papa hakkında ölüm fermanı verdi, hem çevresindekiler hem de Katolik ülkelerin kralları tarafından kurulan komplolarla tahttan indirilmek istendi, evlenmemeyi, bir varis bırakmamayı seçti, her şeye rağmen yaşamak ve tahtta kalabilmek için  işkenceye dayalı büyük bir gizli istihbarat örgütü kurdu. Bir taraftan da sanata değer veren, tiyatroyu seven Kraliçe Elizabeth, dinsel ya da kamu yararına yapılan idari işlemlerin ele alındığı oyunlara izin verilmemesi talimatını verdi. Bu yeni ve popüler sanat biçiminin devlet tarafından kontrol altına alınması gerekliliği ortaya çıkmış oldu böylece. Çünkü tiyatro büyük insan topluluklarını etkileyebilecek çok güçlü bir araçtı, verdiği mesajlardan emin olunmalıydı. Shakespeare bu konuda çok dikkatliydi, sansürcülerin elinden kurtulmayı başardı.

Bu sırada halk hıyarcıklı veba salgınıyla boğuşuyordu. Şiddet gündelik hayatın bir parçasıydı; idamlar toplum önünde yapıyordu. Eğlenceye ayrılan zamanlarda köpek ya da horoz dövüşleri, ayı ısırtmaca izlenceleri yapılırdı. Tiyatrolarla genelevler aynı mahallelerdeydi. Toplumun hiçbir kesimi bu şiddetten ayrı değildi. Ben Johnson “adam öldürmek”, Shakespeare ise “birini korkutup incitmek” suçlarıyla mahkeme kayıtlarına geçmişti. Christopher Marlowe göğsünden bıçaklandı. Toplumsal hareketlilik artmış, burjuva sınıfı oluşmaya başlamış, yün ticareti ile uğraşanlar ekonomik olarak güçlenmişti ama İngiltere hiyerarşisi ilahi bir emir olarak halka boyun eğdirmeye devam ediyordu. İnsanların ait oldukları sınıflara göre giyecekleri renk ve kumaşlar bile yasalar tarafından belirlenmişti.

16.yy sonları ve 17.yy başlarında Oxford ve Cambridge mezunu, kendilerine “Üniversite Bilgeleri” adı veren Christopher Marlowe, Robert Greene, John Lyly, Thomas Lodge, gibi yazarlar İngiltere’de modern tiyatronun kurucusu oldular. Tiyatro, aristokrasi ile gelişmekte olan burjuva arasında bir dengenin kurulmasını sağladı. Önceleri okullarda, üniversitelerde, han avlularında, zenginlerin evlerinde oynanan piyesler daha sonra tiyatro binalarına taşındı. 1576’da James Burbage’ın yaptırdığı ilk tiyatro binasının ismi The Theater’dı. 1599’da Globe Tiyatrosu, The Theather’dan sökülen malzemelerle ortaya çıktı. İki binanın da sahibi Richard Burbage (James Burbage’in oğlu) Shakespeare’in de dahil olduğu Lord Chamberlain’s Man topluluğunun yöneticisi ve baş aktörüydü. Shakespeare’in oyunlarının çoğu bu tiyatrolarda oynandı. Oyunlar öğleden sonra oynanıyordu ve oyuncuların tamamı erkeklerden oluşuyordu. Kadın rollerini henüz gelişimini tamamlamamış erkek çocukları üstleniyordu.

Kadınlar yerine sahneye çıkan bu yeni yeni yetme oğlanların, Shakespeare’in oyunlarında kılık değiştirmeyi sık rastlanan bir motif haline getirdiği düşünülür. Verona’lı İki Centilmen’de Julia, Venedik Taciri’nde Portia, On İkinci Gece’de Viola, Cymbeline’de Imogen ve Beğendiğiniz Gibi’de Rosalind, zor durumda kaldıklarında erkek kılığına girerler.

Kral John, İkinci Richard, Dördüncü Henry (1,2), Beşinci Henry, Altıncı Henry(1,2,3), Üçüncü Richard, Sekizinci Henryİngiliz tarihinden esinlenerek yazdığı oyunlardır. Komedilerinde mizahın yanında düşündürücü ve doyurucu ara oyunların olduğu karışık bir tarzı benimsemiştir. Bir çatışmadan yola çıkarak engellerle ilerleyen ve şenlikli bir sonla biten hikâyelerdir: Bir Yaz Gecesi Rüyası, Kuru Gürültü, Nasıl Hoşunuza Giderse, Kış Masalı, Venedik Taciri gibi oyunları sıklıkla bizim sahnelerimizde de yer bulur. Trajedileri ise merkezde kendi düşüşünü hazırlayan trajik bir kahramanın olduğu ve oyunun sonuna doğru kahramanın tükenişiyle birlikte genel barışın sağlandığı hikâyelerdir. En ünlü oyunları hepimizin en azından ismen bildiğiHamlet, Othello, Macbeth, Kral Lear, Romeo ve Juliet olsa dagünümüzde bile izleyicileri şaşkına çevirecek melodram, pişmanlık, yoğun duygular, güç birlikteliği içeren Titus Andronicus, Julius Ceasar, Antonius ve Kleopatra, Coriolanus, Atinalı Timon’u da unutmamak gerekir. Ama son yazdığı piyes olan Fırtına’yı ayrı bir yere koymalı. O piyes ki bugün hâlâ Miranda’nın işaret ettiği “cesur yeni dünya”yı aratıyor bize.

Shakespeare’in dehasının eğitimiyle (çünkü fazla bir eğitimi yoktu) ya da gelenekselleşmiş bir İngiliz tiyatrosundan yetişmiş olmasıyla ilgisi yoktur. Klasik yapıtlardan esinlenmiş ve onları dönüştürmeyi başarmıştı. Oyunlarında karakterlerini mitolojiden tarihe kadar pek çok referansla donattı. Aristoteles’in üç birlik kuralına pek aldırış etmeden mekânı ve zamanı özgürce kullanmış, komedi ile trajediyi birleştirmiş, Macbeth ile o güne dek yazılmış en kanlı sahneyi izleyicinin gözü önünde sergilemiş ve bazen ahlak kurallarını göz ardı etmişti.

Kral Lear'ı düşündüğümüzde, oyunda önce parçalanıp sonra başka bir biçimde yeniden kurulan ilişkileri, insana ilişkin temel sorunları kendi ekseni etrafında dönen bir çember içinde ama evrensel boyutta bir tartışmayla incelemiştir Shakespeare. İnsana özgü ilişki ve değer yargılarını tüm karşıtlıklarıyla ortaya koymuştur. İnsan kolayca hata yapabilir ve hatalarının bedelini acı çekerek öder. Yine de kendine dışardan bakmayı, yalın gerçeği görmeyi bilenler daha az hata yapacaklardır.  

Kış Masalı gibi romantik bir oyunu izlediğimizde bir aşk öyküsünün ardında aşk ve tutku, sadakat ve ihanet, dostluk ve düşmanlık, gençlik ve yaşlılık temalarıyla biçimlenen çok katmanlı bir hikaye çıkar karşımıza. İlk kez bu oyunuyla zamanda bir kırılma yaratır. Zamanın ilerleyişi her şeyi değiştirir, cinsiyet rolleri ile iktidar arasındaki ilişki gözler önüne serilir. Bir yandan da Shakespeare'in zamanında yaşanan bir tartışma tiyatro sahnesi üzerinden görünür hale gelir. Sanat nedir? Bilgi ve hayal gücüyle insan doğal olanı değiştirip mükemmelleştirebilir mi? 

Onun ölümünden altmış altı yıl sonra Püritenler bütün tiyatroları kapattılar, tiyatro binalarını yıktılar, işsiz kalan aktörleri kırbaçladılar. Restorasyon döneminde (1660-85) İngiliz tiyatrosu Elizabeth dönemine geri dönmek istediyse de fazla yol kat edemedi. 17. yüzyılda Avrupa'nın başka ülkelerinde de tiyatrolar kuruldu. Ama, bunların çoğu, sınırlı bir izleyici kesimine seslenebilen saray tiyatroları olarak kaldı.

Yazıya Shakespeare’in veda sözleriyle noktayı koyalım:


Çözün bağlarımı, salıverin beni

Alkış tutan o güzelim ellerinizle.

Tatlı nefesiniz doldursun yelkenimi,

Yoksa tamamına ermez

Sizi hoşnut etmeye adanmış planım.

… (Fırtına, Shakespeare / İş Bankası Kültür Yayınları, Çev: Özdemir Nutku)


Ve bir de aşağıda neşeli bir podcast sunuyoruz...






*Bu yazının ilk hali Edebiyatis Dergi'nin 35.sayısında yayımlanmıştır.


Rus Edebiyatı, Paltodan Çıkanlar

$
0
0



Rus Edebiyatının "Altın Çağı" olarak adlandırılan, bize Gogol, Turgenyev, Gonçarov, Tolstoy, Dostoyevski gibi isimleri ve büyük eserlerini miras bırakan, 19.yy Rusya için yalnızca edebiyatta değil birçok alanda sıçramanın görüldüğü bir dönem olmuştu. Bu büyük atılımın ardındaki Büyük Petro 1682'den 1725'e dek abisi V.Ivan ile birlikte Rusya'yı yönetirken aydınlanmanın ve batılılaşmanın da öncülüğünü yapmıştı. Edebiyatın da yükselmesini sağlayan aydınlanma,  eğitim  ve  bilim alanındaki reformlar  bir  asır  sonra  ilk  meyvelerini  vermeye  başlamıştı. Daha sonra Çariçe Yekaterina ve I.Aleksandr dönemindeki liberal politikalar, despot I.Nikolay zamanında eğitim ve köylüler hakkında yapılan kapsamlı reformlar okur yazarlığın artmasında, edebiyatın gelişmesinde, dergiciliğin ilerlemesinde de etki yaratmıştı. Bu arada Napolyon ordularına karşı kazanılan büyük zaferi de unutmamak gerekiyor. Bu dönemde edebiyat salonları, kalın edebiyat dergileri, iyi eğitimli gençlerin oluşturduğu edebiyat çevreleri gelişirken mutlakiyet rejiminden dolayı devlet  adamı  olmak,  siyasetle uğraşmak  cazibesini yitirmişti.

19.yy'da Rus Edebiyatı hızla dünya edebiyatının ayrılmaz bir parçası oldu. Lermontov ve Puşkin'den başlayarak büyük edebiyatçılar ortaya çıktı. Puşkin'in şiirleri özellikle Rus edebi dilinin gelişmesinde etkili oldu. Evgeni Onegin isimli şiir biçiminde yazılmış romanı Bronz Süvari, Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler adlı şiirleriyle Rus edebiyatında romantizmin önünü açtı. Yeni nesil şairler ve yazarlar için Puşkin büyük bir ustaydı. Onun ortaya koyduğu edebi gelenek Lermontov tarafından sürdürüldü.

Gogol ile Rus edebiyatı gerçekçi ve ironik bir hale bürünmeye başladı. Ölü Canlar romanı, Burun, Paltoöyküleri ve Müfettiş isimli komedisiyle dünya edebiyatına unutulmaz karakterler armağan etti. Rus edebiyatındaki gerçekçiliğin ardında Batılılaşma hareketinin ülkenin tarihi ve kültürel dokusuna, sosyal yapısına uymadığına dair gözlemler yer alır. Gerçekçilik akımıyla birlikte edebiyatta psikolojik, felsefi, sosyo-politik derinlik de artmaya başladı. Nekrasov Rusya’da Kimler İyi Yaşar? eseriyle ile halkın zor ve umutsuz yaşamını aydınlatmaya çalışmıştı.

Çernişevski Ne Yapmalı? eserinde, Turgenyev ise Babalar ve Oğullarromanında  sosyal görüşlerini ortaya koymuşlardır. Dostoyevski ve Tolstoy ise Rusya’nın en büyük edebiyatçılarıdır. Karamazov Kardeşler'de Dostoyevski Rus modernleşmesinin bütün yönleriyle eleştirisini yaparken Tolstoy ise Savaş ve Barış'ta bir ulusal destan yazar. Karamazov Kardeşler'de her kahraman, Rusya’nın simgelerinden birini temsil etmiştir. Dostoyevski için kurtuluş Sosyalist Rus Ortadoksluğudur.  Dostoyevski’de rastlanan şehir hayatı, modernleşme eleştirisi Tolstoy’da daha net ve doğrudan ortaya konur. Tolstoy aforoz edilmesine sebep olan kendine özgü Hristiyanlık yorumu ile sade yaşamı, inancı, kırsal yaşamı iyiliğin merkezine koymuştur.

Ekim'de Gergedan Atölye'de Anna Karenina ve Karamazov Kardeşler okuması yaptık. Sonra Aslı Kotaman ile yaptığımız Edebiyattan Sinemaya Rus Uyarlamaları etkinliğiyle bu sezonun Rus Edebiyatı defterini kapatırken buraya da bir özet bırakmak istedim.


Anna Karenina'ya, Raskolnikov'a, Bazarov ya da Karamazovlar'a bakınca karakterlerin ortak özelliklerinin ait oldukları toplumsal sınıfla çatışmaları olduğunu görürüz. Bu çatışma bazen kahramanın kendi zamanının dışında kalmasından ya da başka bir toplumsal sınıfa özgü düşünce ve davranışlara eğilim göstermesinden kaynaklanır. Nedeni ne olursa olsun kahraman yabancıdır, ötekileştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında olay örgüsünün merkezindeki kahraman olan Anna Karenina ve Dimitri Karamazov aslında genel kahraman tanımından uzakta birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkarlar. 

Tolstoy Anna Karenina'da farklı aile yapılarını, kırsal ve kentsel yaşamı, kadın ve erkeğin toplumsal konumunu, Rus aile yaşamında çocukların yerini, soylular arasında kadına ve erkeğe uygulanan farklı değer yargılarını ortaya koyar. Bana göre bazılarının dediği gibi Anna'yı ahlakçı bir yargıyla öldürmemiştir. Anna'yı sever ama romanın epigrafında da belirttiği gibi Anna kendisine yapılanların öcünü almak istediği için intiharı kaçınılmazdır. Bize at yarışı, doğum sonrası depresyon v.b. pek çok sahnede bunu sezdirir. Çünkü Anna kocası dışında kimse tarafından affedilmek istemez, aşık olduğu için suçlu olduğunu düşünmez. İstasyona doğru giderken hayatındaki iki Aleksei'yi birleştirebilmeyi diler, birinde aşkı diğerinde saygınlığı bulmuştur. İmkansız bir arzunun peşindedir, hayattan, kendisini tümüyle ellerine bıraktığı ve onun ellerinde örselendiği Vronski'den, karısına merhamet etmeyen Karanin'den intikam almanın yolu onlara mutsuz hayaletini bırakmaktır. Anna ölürken bile çok güzeldir ve Tolstoy, 8 Mart 1876 tarihinde yazdığı mektupta, "Benim Anna beni bezdirdi, (....) ama bana onunla ilgili kötü şeyler söylemeyin (...) ne de olsa onu evlat edindim," der.


Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'de Dimitri Karamazov'u merkeze alarak bütün bir hikayeyi onun çevresinde örer. Dört kardeşin her biri Rus toplumunun farklı simgelerini ortaya koyarlar. Alyoşa Rus Ortodoksluğunun simgesi olarak kurtuluş yolunu gösterir, Ivan özellikle çocukların masumiyetine rağmen karşı karşıya kaldıkları acılar ve Büyük Engizisyoncu bölümünde dinin -burada özellikle Katolikliğin- nasıl kurumsal bir yozlaşma içinde olduğunu anlatır. Ivan'ın Tanrı'ya değil de Tanrı'nın dünya üzerinde kurduğu düzene itirazı vardır. Romanın sonuna doğru Şeytan'la karşılaşması bize Faust hikayesini anımsatır. Gayrı meşru kardeşleri Smerdyakov ise herkesin bildiği ama kimsenin dile getirmediği bir gerçekle yüz yüzedir. Annesi akli dengesi olmayan, zararsız, sevilen bir kadındır ama kimse ona bir kadın gözüyle bakmazken Pavloviç her kadının cazip bir tarafı olduğunu öne sürer. Daha sonra ne olduğunu bilemesek de Smeryakov'un onun oğlu olduğuna inanırız. Ama ne o ne kardeşler ne toplum bu gerçeği asla dile getirmez, duymaz, görmez. Üstelik ne babası ne kardeşleri onu insan yerine koyar, o zavallı bir eşektir. Fyodor Pavloviç'in ölmesini istemek için dört kardeşin de geçerli nedenleri vardır. Ama nefretini, babasının kendisinin aldattığını, onu öldürebileceğini açık açık söyleyen Mitya kadar toplum önünde bu işe yakışan başka bir isim de yoktur. Dostoyevki'nin Karamazov Kardeşler'in her biri için bir roman planladığı söylenir. Ne yazık ki bu roman yayımlandıktan dört ay sonra diğerlerini yazamadan ölür. 

"Hepimiz Gogol'in Palto'sundan çıktık." sözünün Dostoyevski'ye ait olduğu söylenir. Bu yazını başlığı da bu söze göndermedir. O paltodan çıkanları, dökülenleri büyük bir sevgi ve hayranlıkla bağrımıza basmaya devam ediyoruz. Edebiyat yüzyıllardır hayatı daha iyi anlamamıza yardım ediyor ve hepimize iyi geliyor.

Rus edebiyatının yapı taşı kitaplar:

Ölü Canlar, Gogol (1842)

Oblomov, Gançorov (1859)

Babalar ve Oğullar, Turgenyev (1861)

Suç ve Ceza, Dostoyevski (1866)

Savaş ve Barış, Tolstoy (1867)

Budala, Dostoyevski (1868)

Ecinniler, Dostoyevski (1871)

Anna Karenina, Tolstoy (1875)

Karamazov Kardeşler, Dostoyevski (1879)

Diriliş, Tolstoy (1899)


Aslı Kotaman'dan Film Önerileri:

Savaş ve Barış,  Tom Harper

Dr. Zhivago, David Lean

Anna Karenina, Joe Wright

A Young Doctor's Notebook an Other Stories, Love and Death, Woody Allen

The Double, Richard Ayoade

The Lovers, James Gray


Rus Filmleri:

Potemkin Zırhlısı

Burnt by the Sun

Brother

The Barber of Siberia

Russian Ark, Sokurov

The Return, Zvyagintsev

Night Watch

The Island

How I Ended this Summer

The Postman's White Nigths

Hard to Be a God

Leviathan


Ve son olarak çağdaş Rus edebiyatından öneriler:

Mektupların Romanı, Mihail Şişkin

Böcü, Tatyana Tolstaya

Boris Akunin, Alfa'dan polisiye romanları yayımlanıyor

Evler Cinler Perdeler, Lyudmila Petruşevskaya

Puşkin Tepeleri, Sergey Dovlatov



Zamanı ve Hikâyeleri Parçalayan Kalem

$
0
0


Büyülü gerçekçilik denince akla gelen ilk birkaç isimden biridir Carlos Fuentes, bu dünyadan geçip giderken ardında onlarca eser ve çok konuşulan bir hayat hikayesi bırakmıştır. Meksika’nın en üretken yazarlarından birinin büyülü edebiyatından bahsedeceğim bu kez. Kendini “premodern/ modern öncesi” olarak tanımlayan Fuentes, yaşamı boyunca farklı eserler kaleme alırken kâğıt ve kalemi tercih edenlerdendi. Toplum, tarih ve kimlik öncelikli meseleler olarak yapıtlarında öne çıktı.

1967’de başladığı Latin Amerika biyografileri dizisini hiçbir zaman tamamlayamadı. Sinema tutkunları 1989’da Yaşlı Gringo ismiyle filme uyarlanan Gringo Viejo başta olmak üzere Pedro Páramo,  El gallo de oro, Los caifanes filmlerinin senarist listesinde Gabriel Garcia Marquez, Juan Rulfo ve Juan Ibenez ile isminin birlikte yazıldığını anımsayacaklardır.

Babasının diplomat olması nedeniyle Panama’da dünyaya geldi, çocukluğu boyunca Amerika kıtasının farklı yerlerinde eğitim gördü. Genç bir adam olarak ülkesine döndüğünde Meksiko’da hukuk eğitimi aldı. 1950 yılında Cenevre’de “Institut de Hautes Etudes”den mezun oldu. 1950'den 1952'ye kadar Fuentes, Cenevre'deki Uluslararası Çalışma Örgütü Meksika delegasyonunun bir üyesiydi. 1959-1957 yılları arasında Dışişleri Bakanlığında kültürel ilişkiler bölümünün başkanı olduğu zamanların çoğunda, aynı zamanda Revista Mexicana de Literatura'nın da editörüydü; daha sonra solcu dergiler El Espectador, Siempre ve Politica'nın editörlüğünü yaptı. 1959'dan sonra kendini romanlar, kitap eleştirileri, politik denemeler, film senaryoları ve oyunlar yazmaya adadı. 1959'da bir kızı olduğu tanınmış Meksikalı aktris Rita Macedo ile evlendi ama sadık bir eş değildi ve bu evlilik 1969'da boşanmayla sona erdi. 1973'te Sylvia Lemus ile evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 


Carlos Fuentes de babasının izinden giderek bir süre diplomat olarak görev yaptı ancak 1975'ten 1977'ye kadar Meksika'nın Fransa büyükelçisi iken yerine bir başkasının atandığını duyunca görevinden istifa etti. Edebiyatıyla olduğu kadar özel hayatıyla da gündemdeydi. 1969 yılında aktris Jean Seberg ile yaşadığı yasak aşk yıllar sonra 1993 yayımladığı Diana Yalnız Avlanan Tanrıça isimli tartışmalı romana konu oldu.

İlk öykü kitabı Maskeli Günler’in ardından 1958’de ilk romanı Saydam Bölge yayımlandı. 1960’da Havana’da düzenlenen “Casa de las Americas” edebiyat ödülünün seçici kurulunda yer aldığında tanınan bir yazar olmaya başlamıştı. Dördüncü romanı olan Artemio Cruz’un Ölümü 1962 yılında, Deri Değiştirmek ise 1967 yılında yayımlandı.

Burada durup Artemio Cruz’un Ölümü hakkında biraz konuşalım. Fuentes’in sinemaya olan ilgisinin çarpıcı örneklerinden ilkidir bu eser. Modernleşmenin yaşam üzerindeki olumsuz etkileri, üç farklı anlatıcıyla ve kronolojik olmayan parçalanmış zaman yapısıyla anlatılır. Eleştirmenlerin düzyazıdaki bir sinema filmi gibi okunmasını önerdikleri bu roman için 1981’de verdiği bir röportajda, on yaşındayken New York’ta babasıyla birlikte izlediği Yurttaş Kane’in onu asla terk etmeyecek biçimde hayal gücünü etkilediğini söyler. Orson Welles’in etkisi bu romanda oldukça belirgin biçimde ortaya çıkar. Artemio Cruz da Yurttaş Kane gibi yoksul bir çocukluktan hayranlık duyulan bir kişiliğe ve tüm ilişkilerini hiçe sayan bir otoriterliğe doğru yol alan, tüm inançlarını, değerlerini kaybeden bir karakterdir. Ahlaki değerlerin yozlaşması, gerçeklerin sahip oldukları gazetelerde yazılamamasıyla kendini gösterir. Artemio'nun geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zamanlar arasındaki bilinçli ya da bilinçsiz gelgitleri hayatının paramparça olmuş bir aynadan görüntüsünü verir okura. Okur o parçaları birleştirerek   Artemio Cruz’un dünyasını yeniden inşa etmek ve sırlarını çözmek için çabalar.

Meksika gerçeğini yazmak arzusunda olan Fuentes için mitolojik köklerindeki Aztek, Hristiyan ve devrimci geçmiş yalnızca edebi bir tema değil aynı zamanda toplumu temsil eden bir güçtü. Edebiyatının gerçekliğini de büyüsünü de bu kökler üzerine kurdu. Eserlerinin bazılarında Meksika tarihine geniş bir bakış atarken Meksika Devrimi’nin (1910-1920) başarısızlığını ortaya koydu. 

Başyapıtı sayılan Terra Nostra’da zamanı yeniden düzenler. Aslında yaratılıştan kıyamete uzanan bir Batı medeniyeti anlatısıdır. Zamansal ve mekânsal sınırları yok ettiği romanın odak noktasına Hispanik uygarlığın, keşif ve fetih çağının tarihsel arka planını koyar Fuentes. Eser boyunca zamanın ve mekânın ani değişimi imgeleme, bilinç akışı, çoklu bakış açısı gibi modern edebi tekniklerle beslenir. Her geçen zamanın yerine bir başkası başlar; ölmesi gerekenler bilir ki yaşayan ve devam eden şey bellektir. Belleğin yitimi dünyanın da yitimidir. 

Carlos Fuentes’in bellek ve zamanla ilgili meselesi romanlarında olduğu kadar öykülerinde de ortaya çıkar. Özellikle Aura adlı öyküsünün ana teması geçmişin geçip gitmediğidir. Bu öykünün kahramanı tarihçi Felipe Montero, yirminci yüzyılın başında ölmüş olan bir generalin yazılarını düzenlemek üzere dul eşinin ve yeğeni Aura’nun yaşadığı malikaneye yerleştiğinde zamanın pençesine düşmüş olur. Geçmişin kalıntıları ile çevrili olan Montero yavaş yavaş onlar tarafından ele geçirilmeye başlar, orada kalmasının nedeni Aura aslında kimdir? Öykü boyunca yaşlı kadın ile Aura birbirlerini yansıtırlarken Montero da kendi kimliğinin generalin fotoğraflarına yansıdığını fark edecektir. Geçmiş aslında bugün müdür? Ya gelecek?

Carlos Fuentes’in kurmaca eserlerinin içinde beni kendine çeken biri var ki adını anmadan geçmek istemem. Laura Diaz’lı Yıllar. Karmaşık bir olay örgüsü, karakterlerinin çokluğu, Meksika tarihine yaptığı yolculukla uzun bir okuma deneyimi sunsa da eserdeki efsane ve mitlerin kadınsı imgelerle ortaya konması ve romanın içindeki dişil güç hikâyeyi unutulmaz kılar. 



XX. yüzyıl edebiyatının en önemli meselesi olan zaman kavramı Fuentes’in eserlerinde önemli bir yer tuttu. Romanlarında hikâyenin dışsal zamanı kısa tutulurken içsel zaman oldukça uzundur. Zamanın sündürülmesi/genişletilmesi tekniğini kullanarak anlatılan zamanın, anlatıldığı sürenin içinde katman katman açılmasını sağladı. Bunu yaparken hikâyeyi ve zamanı parçalayarak okurunu da şaşırtmaktan hoşlanırdı. Kullandığı edebi dilin içinde Meksika’nın yerel isimlerine ve kavramlarına yer vererek kültürüne selam durmayı ihmal etmedi.

Fuentes, sevildiği ve okunduğu kadar tepki çeken bir yazardı. Kitaplarının yurt dışında basılması ve okunması için ülkesini olduğundan farklı gösterdiği söylendi; ülke gerçeklerinden kopuk olmakla suçlandı, ateşli bir sosyalistken merkez sola kaydığı için kınandı ama o bildiğini söylemekten geri durmadı. ABD’nin dış politikalarına muhalif olmaktan vazgeçmedi. Nobel alamadı ama çok sevilen, çok okunan, saygı duyulan edebi kariyeri onu mutlu etti. İspanyolca yazan yazarlara verilen en büyük ödül olan Cervantes Ödülü ve Fransa’nın Légion d’honneur şövalye nişanıyla onurlandırıldı.

15 Mayıs 2012’de öldü. Külleri, Paris’in meşhur Montparnasse mezarlığında bulunan çocukları Carlos ve Natasha’nın yanına yerleştirildi. Carlos Fuentes, yaşamını yitirmeden iki hafta önce, 1 Mayıs 2012'de, katıldığı Buenos Aires Kitap Fuarı'nda şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “Kısa bir süre önce tamamladığım romanım Friedrich Balkonunda'nın iki başkahramanı var; biri romanın yazarı, ötekiyse Friedrich Nietzsche. Tanrı, ‘Tanrı öldü,’ diyen Nietzsche'yi haksız çıkarmak için ona yeniden can verir; ancak Nietzsche, karşısında her şeyin sonsuz bir döngüye dönüştüğü bir dünya bulur.”

 *Bilgi: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Temmuz-Ağustos  2021 (36) sayısında yayımlanmıştır.

2021 Yılında Okuduklarım

$
0
0


 

Instagram hesabımda birkaç gün önce Goodreads istatistiklerimi paylaşmıştım ve listeyi burada açıklayacağıma söz vermiştim. İşte bazı kitaplarla ilgili yorumlarla birlikte bitirmekte olduğumuz 2021 yılının okuma listesi:

1. Asılacak Kadın, Pınar Kür

2. Yarın Yarın, Pınar Kür

3. Hayalet Hikayeleri, Pınar Kür

4. Okuma Üzerine, Lafcaido Hearn

5. Vezir Gambiti, Walter Tevis

6. Dr. Faustus, Cristopher Marlowe

7. Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde (Sansürsüz basım, Everest)

8. Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde (Standart basım, Can)

9. Faust, J.W. von Goethe

Okuması da, anlatmak üzere hazırlanması da hiç kolay değildi. Goethe ilk kitabı Faust miti üzerine yazmış, 58 yıl sonra tamamladığı ikinci kitabı ise bambaşka bir içerikle yoğurmuş. Zamanın ruhunu dile getirdiği hikâyeyi Antik Yunan kültürü ve mitoloji ile öyle bir harmanlanmış ki her sahnede durup, düşünüp yeniden okuma gereği duyuyor insan. Alman edebiyatı konusunda Gürsel Aytaç'ın birikimi her zaman başvuru kaynaklarımdan biri olmuştur. Ancak Goethe okuyacaksınız kendisiyle konuşmanızı tavsiye ederim.

• Goethe ile Konuşmalar, Eckermann

• Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, Goethe

Goethe, "dünya edebiyatı" ifadesini benimseyen ilk yazarlardan biri olarak kendinden önceki yazar ve düşünürlerin metinlerinden, fikirlerinden, felsefelerinden etkilenmiş; bu etkiyi içtenlikle, hiç de kendini küçültmeden ortaya koymuş. Böylece daha da büyümüş galiba. Dolayısıyla onu okumak Shakespeare, Byron, Spinoza, Kant, Homeros ve daha pek çok yazar ve düşünürün peşinde koşmaya da yol açıyor.

10. Goethe, Gürsel Aytaç

11. Goethe ile Konuşmalar, Johann Peter Eckermann

12. Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, J.W. von Goethe

13. Modern Bireyciliğin Mitleri, Ian Watt

14. İngiliz Hasta, Michael Ondaatje

Öncelikle Michael Ondaatje tarafından yazılan romandaki baş kahraman Macar Kontu Almásy'nin gerçek bir karakter olduğunu ve hikâyedeki çöl tutkusuyla savaşta oynadığı rolün de yaşamıyla benzerlik gösterdiğini söyleyelim. Bizim beyaz perdede bir aşk ve yalnızlık temasıyla izlediğimiz bu hikâye romanda İngiliz kimliği üzerinden emperyalizm ve sömürgecilik eleştirisi yapıyor. Romanın parçalı anlatımı, bir yapbozun eksik parçasını bulma çabası biçiminde okuru da sona doğru sürüklüyor. Okumanın biraz çaba istediğini söylemeliyim. Eğer okurken metaforlar üzerinde biraz düşünülmezse ilerlemek zor olabilir romanda. Ancak diğer yandan karşı karşıya getirilen Almásy-Katharine, Hanna-Kip aşklarını okurken Kandaules ile karısı ve Gyges arasındaki aşk üçgeni aslında neyle karşı karşıya olduğumuzu fısıldıyor. Romanın ana izleği ise Herodot'un Tarih'i. Büyük insanlık tarihinin içinde onun parçası olan küçük insanların bireysel tarihleri üzerinden bir hikâye anlatıyor yazar. Kaldıkları villa, sözü edilen freskler, baş parmaklarını kaybeden hırsız Caravaggio, kahramanların temsil ettiği sosyal ve kültürel bağlar ve tabii her şeyin üzerini örten kum hakkında düşünecek, konuşacak çok şey var. Eğer romanı okumaya karar verirseniz çölden esip gelen kumun hikâyenin üzerine yayılmasına izin vermeyin.

15. Doktor Faustus, Thomas Mann

Doktor Faustus. Leverkühn isimli bir müzisyenin hayat hikayesi üzerinden 19.yy sonu ve 20.yy ilk yarısında Almanya ile tüm Avrupa'nın en karanlık dönemlerinden birinin anlatıldığı bir çağ romanı. Yedi yüz otuz dokuz sayfayı okurken derin bir müzik bilgisi sarıyor sizi, benim gibi yalnızca kulaklarınızla dinliyorsanız bu bölümler zor 🙈 Fakat hikâyenin kendisi o kadar güçlü ve katmanlı ki o çabaya değiyor. Tıpkı Goethe'nin Faust'unda olduğu gibi bilginin ve yaratıcılığın peşine düşen Leverkühn şeytanla yaptığı anlaşmanın sonucunda sevgisiz bir yaşama, acılı bir ölüme mahkum oluyor. 💔 Şeytan en sevdiklerini elinden alırken bir tek yeğeni Echo'nun kaybı Leverkühn'ü derinden sarsıyor. Çünkü o umut, o insanın olması gereken ses. Ve en büyük eseri Doktor Faustus'un Ağıdı ile sesi sözden öncesine, başlangıca döndüren, dünyaya fırlatılmanın acısını çağrıştıran, zulmü yaratan ve pençesinde kıvranan insanın çığlığıyla Beethoven'ın 9.senfonisinde insana verdiği neşeyi geri alıyor. Bu kadar mı? Değil... Hetaera Esmeralda, melankolia ve şövalye, sihirli kare, teoloji, felsefe, Dante, Shakespeare ve başka pek çok konu var ışıldayan. Romanı okurken sıkça ismine rastlayacağınız Albrecht Dürer ise başlı başına konuşulması gereken bir isim. Beni aşsa da belki edebiyat üzerinden başka bir gönderinin konusu olur. 

16. Usta ile Margarita, Bulgakov

17. Avrupa Romanı Üzerine On Bir Makale, R.P. Blackmur

18. Saatler, Michael Cunningham

19. Acı Çikolata, Laura Esquivel

20. Nam-ı Diğer Grace, Margaret Atwood

21. Gözleri, Bozorg Alevi

Bozorg Alevi, modern İran edebiyatının kurucularından biri, uzun ve zorlu bir hayat hikâyesi var. 1954'de İran'dan ayrılmak zorunda kalıp Almanya'ya sığınmış. Humboldt Üniversitesi'nde konuk öğretim görevlisi olarak çalışmış ve 1997'de Berlin de ölmüş. Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşıymış. En ünlü eseri Gözleri/Çeşmhayeş hüzünlü bir aşk hikayesinin ardında Şah Rıza Pehlevi döneminde ülkesinde yaşananları anlatıyor. Ünlü bir ressamın sürgündeyken yaptığı "Gözleri" tablosunda gizlenen kadın ile tablonun sırrını çözmeye hayatını adayan müze-okulun müdür yardımcısının bütün bir geceye sığdırdıkları hikâye çok etkileyici. 2015 yılında Fabula tarafından yayımlanan roman ne yazık ki artık basılmıyor.

22. Top, Gulam Hüseyin Sa'edi

23. Siyavuş'un Ölümü, Simin Danişver

24. Serenad, Zülfü Livaneli

 Livaneli iyi hikaye anlatan, anlattığı hikâyelerin sosyal ve tarihi düzlemini iyi kotaran bir yazar. İki binli yılların başında üniversitenin basın ve halkala ilişkilerinden sorumlu olan Maya Duran'ın ailesi ve üniversitenin misafiri olarak İstanbul'a gelen Alman Prof. Maximillian Wagner'in hayat hikâyesi üzerinden neredeyse yüz yıllık bir tarihin içinde dolanıyoruz. Sadece Türkiye'nin değil, tüm dünyanın en çalkantılı yılları. Savaşlar boyu tüm halklara, milletlere yapılan zulmü farklı taraflardan gösteriyor bize yazar. Ayrıca şehirli bir kadının çıkmaz yollarında dolaştırıyor.
Hem karakterler hem dönem olarak çok başarılı bir Türkiye panoraması çiziyor Livaneli. Üstelik akıcı diliyle roman su gibi akıp gidiyor.

25. Bir Kış Gecesi Misafiri, Ayça Erkol

Ayça Erkol ilk öykü kitabı Hiç Aklımda Yokken ile A.Ü. Öykü Ödülü'nü alan ve bugüne dek biri biyografi, üçü öykü olarak dört kitabı yayımlanmış bir yazar. İsmini hep bilmeme rağmen ancak son kitabı ile tanışma fırsatı bulabildim. Bu kitaba gelene kadar kalemini gayet iyi bilediğini söyleyebilirim. Sade ve etkili bir dili, mesafeli bir duruşu var. Kitapta yer alan altı öykünün hiçbirinde kendini tekrar etmiyor. Alain Delon ve Esat öyküleri bittikten sonra bir süre zihnimi meşgul etmeye devam etti. Ama özellikle Saklambaç isimli öyküyle çarpıldım. Bence yazar da bunu yapmak istemiş zaten. Ne kadar kötü olabileceğimizi sormak istemiş. Genel olarak öykülerinde çizdiği atmosferi, betimlemeleri ayrıntılı ama yalın bir dille aktarmış. Son cümleyi okuyup kitabı kapattıktan sonra bizi bize gösterirken usulca tuttuğu aynanın sırını kazıyan öyküler olduğunu düşündüm. Canınız öykü okumak isterse aklınızda olsun.

26. Kütüphanemi Toplarken, Alberto Manguel

Alberto Manguel, bir kitap daha yayımlasa da okusam dediğim yazarlardan biri. Onun kitaplar, sözcükler, diller arasındaki yolculuğunu büyük bir keyifle izliyorum. Bu kitabın arka kapağında şöyle yazıyor:
"Manguel, bürokratik bir pürüz yüzünden uzun yıllardır yaşadığı Fransa'dan ayrılmak zorunda kaldığında, 35 bin kitabını sığdırabildiği kütüphanesinden de ayrılmak zorunda kalır. Kitapların ayıklanma, kolilere doldurulma ve nakil süreci, çoğunu belki de bir daha görememe ihtimali, gitgide boşalan raflar ona bu kısa ağıtı esinletir."

Kitabın bende bıraktığı etki ise biraz daha farklı. Bir ağıttan çok hayatındaki kayıplarla yüzleşme, kayıpların yaşamının içinde neye karşılık geldiğiyle ilgili bir düşünme pratiği.
Sadece kendi deneyimlerinden kaynaklanan bölümlerin arasına yerleştirdiği "Arasöz"lerle yaratılıştan bugüne insanlığın zihin kütüphanesinde gezinerek topladıklarına, biriktirdiklerine, kaybettiklerine odaklanıyor.
Bir yandan da Platon'un mağara alegorisine atıfla sözcüklerden inşa ettiğimiz kitapların gölgelerin gölgeleri olabileceğini ve yaşamda elde ettiklerimizi bütünüyle elde tutmanın imkansızlığını tarif edip etmediğini soruyor.
Eşyalarını kaybetme alışkanlığı olan anneannesinin sözlerini paylaşmak istiyorum.
"Rusya'daki evimizi kaybettik. Kocamı kaybettim. Dilimi kaybettim. Şeyleri kaybetmek o kadar da kötü değildir, çünkü sahip olduklarından değil anımsadıklarından keyif almayı öğrenirsin. Kayba alışkın olmak gerekir."

27. Zaman Boşluğu, Jeanette Winterson

28. Kış Masalı, Shakespeare

29. Sonra Hayat, Onur Çalı

30. Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu, Haldun Taner

31. Carol, Patricia Highsmith

32. Shylock Derler Bana, Howaerd Jacobson

33. Venedik Taciri, Shakespeare

34. Borkırda Bir Kral Lear, Turgenyev

35. Kral Lear, Shakespeare

36. Beyaz Kale, Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un üçüncü romanı Beyaz Kale, postmodern romana geçiş yaptığı ve bir başkası olma metaforunu (ikizleşme/doppelganger) ilk kez kullandığı roman olarak kabul ediliyor. Bu açıdan düşündüğümüzde sonraki romanlarının ayak seslerini bu kitapta duyabiliyoruz. 17. yüzyılda geçen hikaye 2.Viyana kuşatmasını, Padişah 4.Mehmet'i, Evliya Çelebi'yi tarihin gerçek karakterleri olarak sayfalarında ağırlıyor. Romanın birbirine ikiz kadar benzeyen ana karakterleri ise Venedikli köle ile Türk Hoca. Yazar, tarihi gerçeklerin arasına kurmaca bir hikaye yerleştiriyor. "Ben kimim?" sorusunun "Ben, neden benim?" sorusuna ve zaman içinde de "Ben, sen oldum," yanıtına dönüştüğü hikâyede Doğu-Batı karşılaşmasını, bilim ile batılın çekişmesini kâh bir masanın iki ucunda kâh aynanın yansımasında görüyoruz, okuyoruz. İstanbul, hikayenin diğer kahramanlarından biri. Heybeliada'dan Galata'ya, Ayasofya'ya Kağıthane'ye uzanıp giderken bazen veba ile bazen havai fişeklerle karşılaşıyoruz. Daha kitabın ilk sayfasındaki atıftan sonsöze dek bizi bir bilmecenin içine çekiyor yazar. "Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi."

37. Emanet Çocuk, Claire Keegan

Bu hikâye hakkında söyleyecek fazla bir şey yok. Öyle sıkı ve sade dokunmuş ki ne söylesem az ya da edilecek her sözcük okuyacak olanlar için çok olur. Sadece bir cümlelik bir alıntı yeterli bu hikâyeyi anlatmak için. "Çoğu insan sırf bulunmaz bir hiçbir şey söylememe fırsatını kaçırdığı için çok şey kaybetmiştir." Ben de hiçbir şey söylememe fırsatını kaçırmadan bu novellayı okumanızı öneriyorum.

38. Efsanevi Yaratıklar, Alberto Manguel

Alberto Manguel öncelikle harika bir okur olarak öyle güzel şeyler yazıyor ki, ne mutlu okuyana. Efsanevi Yaratıklar'da gönlündeki edebi kahramanların portrelerini çizip onlarla ilgili izlenimlerini, duygulanımlarını, okuma ve keşfetme deneyimini bizlerle paylaşırken zaman zaman da anılarına ortak ediyor. Çok renkli, çok keyifli bir kitap. En büyük kitap kurdu Manguel, okuduklarımız sayesinde hayatımızı nasıl algıladığımızı, bazı kurmaca karakterlerin zihnimizde bizimle birlikte nasıl yaşayıp gerçeğe dönüştüğünü bazılarının ise bizim yaşam deneyimimizde nasıl yoldaşlık ettiğini kendi anılarıyla anlatıyor. Kimler yok ki içinde, Lilith'den Superman'e, Alice'den Hamlet'in annesi Gertrude'a kadar her kalemden birileri var. Ama söylenmesi gereken en önemli şey şu ki bazen okuduğumuz hikâyedeki kahramanın peşinde sürüklenirken onun yanındakini gözden kaçırıyoruz ya işte Manguel bir de onun tarafından bakıyor hikâyeye. Hamlet'in annesi Gertrude ya da Holden Caulfield'ın kızkardeşi Phoebe gibi az görünen karakterlerin görünmesini, onların hayatlarına da bakılması gerektiğini anımsatıyor. Önemli bir not da yazanlara: Karakter nasıl çalışılır sorusuna da yanıt verebilecek bir kitap, aklınızda olsun

39. İstasyon, Birgül Oğuz

Yüz sayfalık bir uzun öykü. On iki yaşında bir çocukla, o yaşlardayken ruhen kaybolmuş ya da o noktada donmuş bir yetişkinin buluştukları geçici bir durakta Arkadaş'ın yardımıyla nasıl yollarını bulduklarını anlatan bir hikâye. Birgül Oğuz çok severek okuduğum kalemlerden biri. Sade ve güçlü bir dil, incelikle işlenmiş bir hikâye. Yazdığı öykülerde yaralara öyle ustalıkla dokunuyor ki o yarayı sevdiren/bağışlatan ince bir sızıyla okuyorum onu. Birgül Oğuz'la tanışmanızı öneririm.

40. Taş ve Gölge, Burhan Sönmez

Burhan Sönmez'in son romanı Taş ve Gölge kapağın bana çağrıştırdığı gibi zaman kuyusunun içinden sesleniyor ya da Avdo'nun dediği gibi karanlığın ortasına açılmış bir delikten sonsuza doğru bakıyor. Hikâye boyunca zamanın ve mekânın içinde savruluyoruz ama bu savruluşlarda yazar hiç yönümüzü kaybettirmeden, nerede, hangi zamanda olduğumuzu unutturmadan ilerletiyor bizi. Bana göre roman her katmanda aynı taş ve gölgesi gibi ikilikle ilerleyen ve bu arada anı genişleterek geçmiş ve gelecekle örülü bir parçalanma yaratan olay örgüsüyle kurulmuş. Tohumun taşı parçalaması, insanın varlığını bulamadığında gölgeye dönüşmesi gibi romandaki kişiler de hep taş ve gölge olmak arasında gidip geliyorlar. Kahramanların hikâyeleri coğrafyaların hikâyeleriyle birleşirken insanlık hep aynı cehennem kuyusunun içinde yanıyor. Elbette, Burhan Sönmez romanlarının özelliklerinden biri olarak isimler hikâyeye büyük bir gizem katıyor. Yedi adlı adam, Avdo, Miskal, Reyhan, Elif... Usul usul, dikkatle ve keyifle okunmalı.

41. Zacharius Usta, Jules Verne

42. İlyada ve Odesseia, Alberto Manguel

"Homeros, Homeros'tan önce başlar."
Neredeyse bu cümleyle başlıyor kitap. Önce Homeros'un var olup olmadığına sonra da ona atfedilen bu destanların dünya üzerindeki yolculuğuna odaklanıyor. Yani kısaca bu kez kahraman Homeros ve destanlar.
Manguel her bölümde bu iki eser ve Homeros'un tarih, felsefe, dinler ve tabii edebiyattaki etkilerini kapsamlı bir biçimde incelerken okuru da kendisiyle birlikte hem zaman yolculuğuna çıkarıyor hem de edebiyatın aynasını eline tutuşturuyor.
Müthiş bir okuma deneyimi sunan, hızla yapılan büyük bir yol. Her bölümde edebiyatın bir doruğundan diğerine taşınıyorsunuz.
Platon, Vergilius, Dante, Goethe gibi ya da çağlar, dinler, simgeler, diller...

43. Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk

Bayram tatilini değerlendirip biraz İstanbul'dan uzaklaşmış olsam da İstanbul, hikâyeleriyle benim yanımda. Orhan Pamuk'un en çok okunan ve en çok sevilen romanlarından biri olduğunu düşündüğüm Benim Adım Kırmızı'da 16.yy sonunda karlı bir İstanbul manzarası romanın önemli karakterlerinden biri. Cinayet, aşk ve cinsellik, sanatta Doğu-Batı arasındaki ikilem ilk bakışta göze çarpan temalar. Yazarın ikinci tarihsel romanında bu kez güçlü kadın karakterler de var. Nakkaşlar üzerinden sanata ve sanatçıya dair metinler ve disiplinler arası bir tartışmaya da, "ben" kavramına da daha yakından bakmaya davet ediyor okuru.

44. Vecihi, Orhan Bahtiyar

Çok güzel bir hikâyeydi. Vecihi Hürkuş, nam-ı diğer Kara Tehlike, hayatını uçmaya ve özgürlüğe adamış bir vatansever. Atatürk'ün, İnönü'nün takdirlerini ve İstiklâl Madalyasını kazanmış bir kahraman. Roman 16 Temmuz 1969 tarihinde dünyanın izlediği bir olayla açılıyor ve ardından Vecihi'nin hikâyesiyle devam ediyor. Son sayfaya geldiğinizde ise yeniden ilk bölüme dönüp son cümleyi okuyarak kitabı kapatıyorsunuz. Bütün kahramanlık hikâyeleri gibi göz yaşartıcı sahnelerle dolu bir roman bu. Üstelik biyografik bir roman olduğu için gerçeğe çok yakın bir hayat hikâyesinin içinde olduğunuzu bilerek okuyorsunuz. 🇹🇷Vecihi'nin hayatını okurken bir yandan da Kurtuluş Savaşının en önemli anlarına, muharebelerine tanıklık ediyorsunuz. Bu açıdan da çok kıymetli bana göre. Keşke çocuklara o büyük savaşın nasıl kazanıldığını, cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, kaç insanın can verdiğini, nasıl hem düşmanla hem açlıkla mücadele ettiklerini anlatmak için böyle kitaplar okutsak. Romanı okurken elimden bırakmak istemedim. Bazı sahnelerde gözümden yaş geldiğini itiraf edebilirim rahatlıkla ama bazen de cumhuriyetimiz 100 yaşına yaklaşırken değerlerimizi, kahramanlarımızı ne çabuk unuttuğumuzu ne kolay eskittiğimizi düşünerek hüzünlendim. Son olarak Orhan Bahtiyar, Vecihi'nin hayatını roman olarak pek güzel anlatmış.

45. Kurtarma Mesafesi, Samanta Schweblin

Sadece yüz sayfada anlatılan ama etkisi çok uzun sürecek bir hikaye. Samanta Schweblin ilk kez okuduğum Arjantinli bir yazar. Kurtarma Mesafesi, yazarın ilk romanı ve 2017 Man Booker kısa listesine girmiş. Akıcı ve sade bir dil, gerçeküstü anlatım, tekinsiz atmosfer ve diyaloglarla ilerleyen bir metin. Son sayfaya kadar gerilim hiç düşmüyor ve siz de Amanda ile birlikte 'o anı' bulmaya çalışıyorsunuz. Kurtarma mesafesi, Amanda'nın kızını tehlikelerden koruyabilmek için aralarına koyduğu mesafeye verdiği isim. Görünmez bir iple yönetiyor o mesafeyi. Bilmediği yerlerde ip daha kısa, güvendiği alanlarda biraz daha uzun. Anneanneden anneye ve kızına aktarılan "er ya da geç korkunç bir şey olacak" kehaneti ise sonunda gerçekleşiyor. Kurtarma mesafesi pek de işe yaramıyor çünkü tehlike büyük ve büyüklüğü oranında görünmez. Anlatının içinde adını hiç anmadan göstermeye çalıştığı o büyük tehlikeyi ustaca dokunuşlarla çarpıcı bir hikâyeye dönüştürmüş yazar. Tabii ki o tehlikenin ne olduğundan bahsetmeyeceğim. İpuçlarını, simgeleri takip ederek okumak ve anlamak zevkinden sizi mahrum etmek istemem. Metnin güzelliğinde Emrah İnce çevirisinin de katkısını unutmamak gerekir. Sözün özü, bence okuma listenize alın.

46. Veba Geceleri, Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un son kitabı hakkında genel düşüncem şöyle: Çok rahat okudum, kurduğu alegorilerin çoğunu dikkatli okurun rahatça çözebileceğini düşünüyorum, kendine edebiyatındaki tarihi romanlar içinde başka bir basamak bana göre ve genel olarak beğendim. Başka neler söyleyebilirim... Aslında başta yazar olmak üzere çıktığı andan beri hakkında çok konuşulan bir kitap. Dolayısıyla edebiyat haberlerini takip edenler zaten okumadan kitap hakkında bir fikir sahibi olmuşlardır. Orhan Pamuk'un bu romanı ne kadar uzun zamandır düşünmüş olduğunu artık biliyoruz ve bu Atölye sırasında konuştuğumuz, fark ettiğimiz gibi Mingerya adı Beyaz Kale'den beri kaleminin ucunda var. Padişah Abdülhamid'in yeğeni Pakize Sultan'ın mektuplarından hareketle torunu tarafından yazılmış bir roman okuyoruz. Orhan Pamuk post modern anlatının tüm olanaklarından yararlanmış. Benim Adım Kırmızı'da olduğu gibi çözülmesi gereken bir cinayetin peşindeyiz ancak romanın ortalarına geldiğimizde anlatı düzlemi bir ulus mücadelesine dönüşüyor. Okurken Tolstoy'un ruhunun sayfalardan gülümsediğini söyleyebilirim ki bu çok hoş bir edebi akrabalığa işaret ediyor. Başka akrabalıklar, tanışıklıklar da var tabii. Her ne kadar Minger Adası'nda dolaşsak da İstanbul esintisi hep var. Bir de kendisi görünmese de Abdülhamid ve roman kahramanı Sherlock Holmes hep baş rolde, bu romanda başka bir alegori yaratıyor. Okuyup diğer bulmacaları çözmeyi size bırakıyorum

47. Sefalet Kedisi, Remy de Gourmont

Rémy de Gourmont 1858 - 1915 yılları arasında yaşamış olan, Fransız edebiyatının özellikle şiirinin sembol isimlerinden biriymiş. Yazarın kısa denemelerinden oluşan Sefalet Kedisi'nin eve tıpkı bir kedi gibi ansızın gelip yerleştiğinden bahsetmiştim. Bu kısacık kitap çok keyifli metinlerden oluşuyor. Doğa, insan, müzik, edebiyat hakkında yazarın düşünceleriyle birlikte dönemin eğilimlerini de görmüş oldum. Özellikle kadınlar hakkındaki metinler ilginçti. En etkileyici denemeler ise tabiata dair olanlardı ki arka kapak yazısı da o metinlerden birinden: "...Ve bir ot öldüğünde çocuklar da ölür, zira ziyadesiyle uygarlaşmış anneleri onlara yeterince süt veremez. Yaşamın sürmesini sağlayan şeyler, "medeni değil" dediklerimizdir, sudur, ottur, hayvanlardır. Hepsinin temeli, küçümsediğimiz her şeydir. Sanırız ki deha medeniyetten doğar. Medeniyet dehayı işler sadece, kültürün unsurlarını yaratan doğadır ve bizler onun basit işbirlikçilerinden öte varlıklar değiliz."

48. Geçti Bitti Meyhanesi, Seyhan Aslan Hanotte

Dili, seçtiği kelimeler, ifade biçimi, kahramanlara ve durumlara içeriden bakışıyla "okunmalı" diyeceğim öyküler yazmış. Öykü kahramanlarını yanı başımızda hissediyoruz okurken. Bir yandan gülümserken bir yandan yüreğimizde bir burukluk oluyor. Yazar asla acıtmıyor canınızı ana diğerlerinin yaralarını ustalıkla gösterip o yaralara sizin nefesinizle üflüyor. Her öykü ayrı güzeldi, eminim ki Hanotte hepsi üzerinde çok ter dökmüş. Fakat, kitapta saç örgülü küçük bir kız var, en sevdiği sayı sekiz. Çünkü onun iki koca karnıyla kendisini sarıp sarmaladığına inanıyor. İşte ben en çok onu sevdim. Elinize sağlık Seyhan Aslan Hanotte, çok güzel iş. Kapaktaki görsele de bayıldım, yazarın yaptığı heykellerden biriymiş. Bu öyküleri okumanızı dilerim 

49. Nasıl İyi Bir Varlık Olunur?, Sy Montgomery

47. Bartleby ve Şürekası, Enrique Vila-Matas

Son zamanlarda okuduğum en ilginç romanlardan biriydi. Enrique Vila-Matas, Montano Hastalığı isimli romanıyla tanıdığım ve hayranlık duyduğum yazarlardan biri. Bu romanı da aylar önce alıp okuma listeme dahil ettim. Aslında roman gibi bir roman değil. Okudukça bir ansiklopedi ya da inceleme yazısının içindeymiş hissine kapıldım. Bartleby sendromunu hepimiz Hermann Melville'in "'yapmamayı tercih ederim" cümlesinin sahibi olan roman kahramanı katip ile tanıyoruz. Bu durum bilinçli vazgeçiş olarak tanımlanabilir kısaca. Yazar, bir dipnot listesi oluşturuyor ve bilinçli olarak yazmaktan vazgeçen yazarların Bartleby sendromuna nasıl yakalandıklarını, bu vazgeçiş sürecinin sebebini hatta bazen sonucunu hikâye ediyor. Bir açıdan yazma sürecini hikâye eden üst kurmacayı tersten işleten bir metin var elimizde. Bildiğimiz ve çoğunu da bilmediğimiz, çevirisi yapılmamış yazarlarla karşılaşıyoruz. Keyifli, zaman zaman şaşırtıcı bazen de zorlayıcı kısacık bir roman. Yazmak ya da yazmamak üzerine kapsamlı bir metin. İlginç, deneysel...

50. Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe, Paola Peretti

Bir çocuk kitabı ama aslında hepimizin anımsamaya ihtiyacı olan değerleri naif bir hikâyeyle hatırlatıyor Paola Peretti. Okurken Çocuk Kalbi, Şeker Portakalı, Çizgili Pijamalı Çocuk romanları sürekli aklımdan geçip durdu. Zaten kahramanımız Mafalda da bir edebi kahramana sığınıyor roman boyunca. Dünya edebiyatının biricik isimlerinden Italo Calvino'nun Atalarımız üçlemesindeki Ağaca Tüneyen Baron hikayesinin kahramanı Cosimo. Mafalda'nın üstesinden gelmek zorunda olduğu çok önemli bir sorunu var, üstelik bununla baş etmek için çok küçük. Ama sevgi dolu bir dünya ve anlayışlı arkadaşlar -büyük ya da küçük- ve tam zamanında uzatılan bir el insana hatta bir çocuğa bile büyük işler başarması için yeterli olabilir. Mafalda'nın hepimize söyleyeceği şeyler var ve inanın arada bir çocuk kitabı okumak hepimize iyi gelir.

51. Kolera Günlerinde Aşk, Marquez

Galiba pandemi süresince en çok okunan kitaplardan biriydi Kolera Günlerinde Aşk. Okuyanlar koleradan çok aşkı buldukları bir hikâyeyle karşılaşınca belki daha iyi hissetmişlerdir kendilerini. Yaz bitiyor ve atölyelerimiz başlıyor. Bu hafta Kolera Günlerinde Aşk konuşacağız.  İyi bir hikâye beş duyuyu da harekete geçirmeli, der edebiyatın ustaları. Bu roman özellikle kokuları burnumuza getirir. Acıbadem kokusuyla başlayan ilk cümlenin ardından roman boyunca kokuların peşinde izleriz Florentino'nun Fermina'ya olan aşkını. Gardenya kokusu, portakal çiçeklerinin kokusu, nehrin kokusu, insanın ten kokusu, lağım kokusu... 💔Kolera ile Aşk aynı belirtileri gösterir, aynı biçimde tüketirler Florentino Ariza'yı. Onun tutkusunu yalnızca bedensel etkilerden, kokulardan değil aşk uğruna tuttuğu defterlerdeki sayılardan okuruz. Aşk, ona ulaşamadığı her satırda daha büyür. Marquez, 1880'lerden 1930'lara uzanan, 53 yıl 7 ay 11 gün süren bazen hastalıklı bir hale bürünse de tutkuyla devam eden aşk üçgenini büyüleyici bir dille anlatır. Biliyorsunuz filme de çekildi bu roman. O konuda söylenenleri de aktarayım: Filmin yapımcısı Steindorff romanın film haklarını elde edebilmek için üç yıl Gabriel Garcia Marquez'in etrafında dolanır, tüm itirazlara rağmen vazgeçmez. Marquez ise, kitaplarının İngilizce filmlere uyarlanmasını istememektedir. Ancak hasta olması ve kendini ölüme yakın hissetmesi dolayısıyla eşi Mercedes ve oğullarının geleceğini düşünerek ‘Kolera Günlerinde Aşk’ın film haklarını satar.

🍀Keyifle okuyun.

52. Anna Karenina, Tolstoy

En bilinen ve sevilen açılış cümlelerinden biridir. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir." Anna Karenina bu cümleyle başlar. Bir âşk hikâyesi değildir sadece. Tolstoy bireyin ve toplumun birbirine kopmayan bağlarla bağlı olduğunu bilerek özellikle romanlarında ikisi arasındaki çatışmayı ele alır. Karakterlerinden bazıları öne çıkarak bu çatışmayı derinleştirir, o bağları koparır. Romanda Anna ve Levin karakterleriyle iki farklı pencereden bu ilişkileri sorgulayan Tolstoy bir yandan da kendi düşüncelerini ve ideallerini yansıtır. Çağının ilerisinde bir yazar olarak Anna'nın aklından geçenleri okumamızı, onun peşinden gitmemizi sağlar. Anna Karenina edebiyatın en ünlü kadınlarından biri ve sadece romanda değil, sinemada, tiyatroda, müzikte hep yeniden doğup daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Öyle bir roman ki Dostoyevski, Nabokov hayranlıkla bahsetmiş. Bir Tolstoy hayranı olan Orhan Pamuk bu roman için şöyle diyor: "...Okuduğum en mükemmel, en kusursuz, en derin ve en zengin roman."  Time dergisinin yüz yirmi beş çağdaş yazar arasında yaptığı ankete göre dünyanın en iyi romanı seçilmiş Anna Karenina. Okumadıysanız okumanızı, daha önce okumuşsanız da yeniden yeniden okumanızı öneririm.

53. Bir Kadının Penceresinden, Oktay Rifat

Hafta sonu için bir kitap önerim var. Oktay Rifat'ın ilk romanı, 1976'da yayımlanmış. Şiirsel bir dil, kısacık ama vurucu bir hikâye. Penceresinden baktığımız kadın Filiz. Aşık olmadan, sevmeden evlenen ya da evlendirilen her kadının varacağı noktaya varıyor o da. Kendine, evliliğine yabancılaşmış; kocası tarafından hiçleştirilmiş, aydın bir kocanın geri kalmış toplumun simgesi olarak gördüğü karısı. Her şey böyle sürüp gider ve herkes kendi rolünü oynarken bir anda aşk görünüyor Filiz'in penceresinde genç bir devrimci olarak. Hiç kolay değil, her ikisi de evli, her ikisi de aşık, yıl 1975. Üslup, arka planda çizilen bir dönemin aydın profili, atmosfer, betimlemeler, metnin biçimsel olarak da kahramanın sıkıntısını yansıtan ritmi ile harika bir roman.

54.Karamazov Kardeşler, Dostoyevski

Dostoyevski'nin hayatından izler taşıyan, edebiyatı boyunca romanlarına aldığı tüm meseleleri bir araya topladığı, bin sayfayı aşan, Büyük Engizisyoncu isimli bölümün romanın kendisinden bile ünlü olduğu bir baba ve oğul hikâyesi. Herkesin beklediği bir cinayetin nasıl işlendiğinin ya da işlenmediğinin öyküsü. Bir yanda suç ve ceza çatışması, diğer yanda ne kadar özgür olduğumuz sorusu. Romanın konusunu az çok hepimiz biliyoruz. Biri gayri meşru olmak üzere dört oğlu olan Fyodor Pavloviç'in dört oğlundan biri tarafından öldürülmesi. Henüz okumamış olanlar için isim vermiyorum. Roman boyunca hep aynı soru vardır satır aralarında. Sadece cinayeti işleyen suçlu olabilir mi? Bu suçu işlemekten bizi ne kurtarabilir? Beklediğimiz mucizeler, irademizi ya da vicdanımızı teslim ettiğimiz kişi ve kurumlar, boyun eğdiğimiz otorite bize sunduğu konfor alanlarına karşılık bizden ne alır? Özgürlüğümüz ve vicdanımızı vermiş olabilir miyiz farkında bile olmadan ya da belki bilerek, isteyerek. Ben soruların bazılarını sormuş olayım, diğer soruları ve yanıtları bulmak size kalsın. Dikkatli ve keyifli bir Karamazov okuması hepimize iyi gelecektir...

55. Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros

Bazı kitaplar var ki her an her yerde okunabilir, bir yandan bildiğimiz şeyleri anımsatırken bir yandan da bilmediklerimizi fark ettirebilir, üstelik de keyif verebilir. İşte Yürümenin Felsefesi de o kitaplardan biri. Frédéric Gros yürüme eylemi üzerine düşünmüş, tespitlerini ve hayatını yürüyerek anlamlı hale getiren yazarların, düşünürlerin hikâyelerini bir araya toplayıp harika bir kitap çıkarmış ortaya. Kitap "yürümek spor değildir" diyerek başlıyor. Bir ayağı diğerinin önüne koyarak yaptığımız bu eylemin tüm skorlardan, rekabetten, sayılardan bağımsız olarak düşünmenin, yaratıcılığın, kendiyle ve doğayla bütünleşmenin, sessizliğin, özgürlüğün, yalnızlığın ya da birkaç kişilik kalabalıkların, zamanı fark etmenin, hayatın ritmini telaşla hızlanarak değil de yavaşlayarak sakince yakalamanın kapısını nasıl araladığını gösteriyor. Ben çok severek, bolca altını çizerek okudum. Okurken hayatları boyunca yürüyen bazı isimler Nietzsche, Thoreau, Rousseau, Kant da size eşlik edecek.

56. İlyada, Homeros

Homeros’tan konu açılır açılmaz akla gelen iki eser İlyada ve Odysseia uzun zaman yalnızca ezberlenerek dilden dile dolaşmış daha sonra felsefenin ortaya çıkışıyla içerisindeki mitolojik düşünme biçimi, alegori anlaşılmaya ve sorgulanmaya çalışılmış. Homeros’un eserleri sadece edebiyatta değil, bir bütün olarak tarih, coğrafya, felsefe, eğitim, siyaset, ahlak gibi farklı disiplinlerde etkili olmuş. İlyada, Troya'yı yok eden büyük savaşın elli gününü anlatır. Hector'un ölümü ve gömülmesiyle biter bu epik şiir. Ama 24 kitaplık binlerce dize boyunca tanrıların insanları savaşa nasıl kışkırttıklarını, önce koruyup sonra nasıl ölüme ittiklerini görürüz. Bu kadar da değildir tabii anlatılan. Olimposlu tanrılarla insanlar arasındaki geçişli ilişki kader, özgür irade, ölüm ve yasam, aşk, onur, savaş ve barış hakkında çok şey söyler. Ölmesine rağmen Hector'un saygınlığı Achilleus'un öfkesinin üstüne çıkar. Paris, kahinleri haklı çıkarıp güzel atlarıyla ünlü olan bu kentin yok olmasının sebebi olacaktır. Mitoloji sevenlerdenseniz okuyun derim. Okudukça Batı edebiyatını daha iyi anlayacaksınız, her hikayede Homeros'tan bir parça bulacaksınız. Sonuç olarak, insan ömrü yettiğince Homeros okuyabilir, her okuduğunda farklı bir hikâye bulur, hep kendi hikâyesini arar ve gün gelir aslında henüz okumamış olduğunu anlar.

57. Animal Triste, Monika Maron

Bu sıralar birkaç kitap okuyorum. Animal Triste o kitaplardan biriydi ve maalesef bitti. 150 sayfalık kitap bitmesin, içime işlesin diye ancak bir hafta tutabildim kendimi. Bence müthiş bir anlatı. Bellek, zaman, unutmak ve hatırlamak, kendini tanımak ve aşk hakkında. Bu kadarcık bir kitap nasıl bunların hepsinden bahseder, diyebilirsiniz. Bazen olur. Yazar Monika Maron'un yaşamında Doğu Berlin ve duvar önemli bir zamanı kaplıyor. Anlattığı hikayede de öyle. Şehri bölen ve yıkılan duvar, hayatını ikiye bölen ve yeniden yaşam bahşedilen bir an, aşık olduğu adamla var olan hayat ya da hiç. Ve unutuş. Bu romanda yaşlı bir kadın geçmişine dair her şeyi hayatının aşkı üzerinden yeniden var ediyor. Diyor ki, “O akşam gerçekten ölmüş olsaydım, hayatta neyi kaçırmış olacaktım? Hayatta aşktan başka bir şey kaçırılmış olamaz.” Bu aşk onu sonsuz kez tekrar eden tek bir anın içine hapsediyor ve aşkının dışındaki her şeyi unutmayı seçiyor. Hikâye boyunca yaralı bir ses duyuyoruz. Romanın ismi Latince bir deyimden geliyor: Omne animal triste post coitum (Her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür).  Animal Triste, üzgün hayvan anlamına geliyor. Okurken aklım hep Ingeborg Bachman, Malina'ya gitti. Onun çığlığı çınladı durdu kulaklarımda. Aşk nasıl da anlaşılmaz, anlatılmaz, evcilleştirilemez, güvenilmez bir sevme biçimi. Toplumun itaatkar kılmaya çalıştığı ama dizginleyemediği bu duygu yazarın dilinden şiirsel, içten, sansürsüz akıp geliyor.

58. Normal İnsanlar, Sally Rooney

İtiraf ediyorum ki 2019'da yayımlandığımda ve çok ses getirdiğinde bu kitabı okumayı hiç düşünmemiştim. Listemde adı hiç olmadı. Aslı Kotaman'la bu yıl yapacağımız #edebiyattansinemaya atölyeleri için konuşurken adı geçti. Dizisi güzel, demişti Aslı Kotaman. Hikâyemiz böyle başladı. Neden okumayı düşünmedim? Çünkü bir ergen romanıydı, yazar da 'bildiğimi yazıyorum' dediğine göre fazla ilgimi çekecek bir şey olamazdı. Yanılmışım!

Romanın arka planında sınıf çatışması, 2008 İrlanda ekonomik krizinin etkileri, kültürel kodlamalar var. Bu zemin üzerine Marianne ve Connell'ın hikâyeleri ekleniyor. İkisinin de hikâyesinin tek başlarına ya da birlikte olduklarında nasıl değiştiğini görebiliyoruz. İki kahramanın lisenin son sınıfından başlayarak dört yıla yayılan hikayeleri belirli olaylar üzerinden zaman dizimsel bir sırayla ilerliyor. Romanın temel meselesi iletişimsizlik olduğu kadar bunun yol açtığı karşısındakinin ne düşündüğünü ya da istediğini 'varsaymak'. Farklı sınıflardan olmak birbirlerini anlamayı ve bilmeyi zorlaştırıyor. Hayata yeni başlayan ve ellerinde bir kullanma kılavuzu da olmayan genç insanlar için hiç de kolay değil bu. Diğer yandan alttan alta işleyen bir suçluluk duygusuyla da boğuşuyorlar. Gelinen nokta ölümün bir kurtuluş olarak görülüp görülmeyecek olduğu. İki kahraman birbirlerine bir yapbozun parçaları gibi uyumluyken diğer parçalarla ilişkileri zaman zaman bu uyumu bozabiliyor. Çok kolay okunabilen, akıcı ve katmanlı bir roman. Üstelik benim gibi 17 yaşında bir genç insanla yaşıyorsanız hikâye daha çok etkiliyor sizi. Okumak mı, izlemek mi? Benim seçimim belli, son karar sizin.

59. Odysseia, Homeros

Herkesin bildiği bir hikâyeden bahsedeceğim bu kez. Hani şu kahramanın sonsuz yolculuğu metaforunun doğduğu yer. Homeros'un İlyada'nın ardından anlattığı destan ya da epik şiir. İlyada'yı bir ulusun kahramanlık destanı olarak düşünürsek Odysseia da kahramanın eve dönüş yolculuğunu anlatan maceralarla dolu bir şiir diyebiliriz. İlyada Achilleus'un öfkesi ise Odysseia da Odysseus'un kurnazlığıdır. Biri karada iki ulusu karşı karşıya getiren bir savaş, diğeri ise kahramanın denizde Poseidon'a rağmen verdiği bir mücadele. Odysseia'nın meraklı okurlarla yazarlar için önemi ise hikaye anlatmanın arkeolojisine dair içerdiği gizemler. Bir de unutmadan ekleyelim, mitolojinin büyülü dünyası.

60. İnsancıklar, Dostoyevski

1988 yılında ilk kez okumuşum. O zaman okuduğum ilk Dostoyevski eseriydi. Şimdi edebiyatın içinde bunca yol aldıktan ve Dostoyevski'nin büyük romanlarını okuduktan sonra yeniden başa dönüp okumak çok farklı bir tat verdi. Dostoyevski edebiyatının temel notalarını, felsefesini hatta varoluşçu düşüncenin temellerini görebiliriz İnsancıklar'da. Eserlerindeki karakterlerin olaylar ve karşılaştıkları durumlar karşısında yaşadığı çaresizliği, ümitsizliği ve hayal kırıklıklarıyla nasıl baş edebileceğini gösteren gücünü ortaya koyar. Onun eserlerinde her insan farklı durumlar karşısında kendini yeniden var eden bir canlıdır.

61. Zorba, Kazancakis

Çağdaş Yunan edebiyatının en önemli yazarlarından Nikos Kazancakis'in Zorba isimli romanı Gergedan Atölye 'de başladığımız dört haftalık Balkan Edebiyatı programının da ilk kitabı. 1946 yılında yayımlanan, içinde barındırdığı hikâyenin ötesinde yazarın da okurun da yaşamı anlama rehberi olan bir başucu kitabı aynı zamanda. Patron olarak tanıdığımız entelektüel bir yazarın Girit'e linyit ocaklarını işletmek üzere giderken tesadüfen tanıştığı Zorba'nın hikâyesi, Kazancakis'in de pek etkilendiği Nietzsche'nin Apollon ve Dionysos ikiliğini kurmaca olarak ele aldığı bir hikâye. Zorba, edindiği hayat deneyimi ile pişmanlıklarını geride bırakmayı bilen ve düşüncelerini korkusuzca dile getiren, zamanın getirdiklerini ve götürdüklerini bilgece kabul eden, hiçbir yere ait olmayan ama kendini mutlu ve özgür hissettiği her yeri evi sayan, anı yaşayan öğretici karakter. Patron ise eğitimi, toplumsal düzenin sınırları, sosyal kalıplar içine sıkışmış olan geçmişle de gelecekle de sürekli hesaplaşmaya çalışan, hayatı ve kendini anlamak için uğraşan öğrenci. Zorba'nın Patron'a verdiği derslerden bizim de öğreneceklerimiz var, hem de çok. Arada bir yeniden okunacak kitaplardan biri olduğunu bir kez daha söyledikten sonra okurken üzerinde düşünmeniz için ada, deniz, kelebek, santur, manastır gibi sembollerin peşine düşmenizi de önereyim. Zorba'ya Hüseyin Ağa tarafından verilen bir öğütle de noktayı koyalım. "... Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!"

62. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Peyami Safa

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Peyami Safa'nın en önemli romanlarından biri. Berna Moran bu roman için şöyle demiş: "Gösterme tekniğine bağlı olarak romanın psikolojik yönünü zenginleştiren ‘bilinç akışı ‘ ve ‘bakış açısı’ tekniği de Safa sayesinde Türk romanına girmiştir. Onun felsefe ve psikoloji üzerindeki derin bilgisi, bu teknikleri ustaca kullanmasını sağlamıştır. Safa’nın roman tekniği konusunda usta bir yazar olması şüphesiz onun iyi bir okuyucu olmasından kaynaklanmaktadır. Onun, Fransız romanları konusunda da bilgi sahibi olduğuyla beraber, “İngiliz romancılarından A. Huxley, O. Wilde ve V. Woolf’un etkisinde kaldığını söyleyebiliriz.” Romanın arka kapağında psikolojik roman olduğu yazsa da bana göre bu tanım roman için oldukça eksik. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Safa'nın 1930'lu yıllarda tanıdığı geçek bir karakterden hareketle yıllar boyu zihninde kurgulayarak daha sonra Büyükada'da tamamladığı 1949 yılında yayımlanan bir roman. Hikâyenin merkezinde Ferit isminde bir karakter var. Biz genellikle onun gözünden izliyoruz olau örgüsünü. İki bölümden oluşuyor ve romanın bütün unsurları hem biçimsel hem de tematik olarak karşıtlık üzerine kurgulanmış. Birinci ve ikinci bölümler, mekanlar, zamanlar, Batı Doğu imgesi, pozitif bilimler ile metafizik düşünceler gerek Feridun gerekse çevresindeki karakterlerin zihninden okura yansırken onu da bu çatışmanın içine çekiyor. Okumanızı ve Peyami Safa edebiyatını yakından tanımanızı öneririm.

63. Lanetli Avlu, Ivo Andriç

Kısacık ama çok katmanlı bir novelladan bahsedeceğim. Lanetli Avlu, Ivo Andric'in tamamladığı son eser. Dünya onu en çok Drina Köprüsü ve Nobel Edebiyat ödülünü alan ilk Yugoslav yazar olarak biliyor. Bosnalı Sırp yazar romanlarında kuşatılmışlık, Doğu Batı ikilemi, korku, korkuyla beslenen varoluş kaygılarını dile getirmiş. Türk kültürünün ve Osmanlı egemenliğinin Balkan halkları üzerindeki etkilerini ise her eserinde farklı simgelerle ortaya koymuş.
Bu hikâyeye ismini veren Lanetli Avlu da hem eserin ana karakterlerinden biri hem de en önemli simgesi. Daha ilk cümle ile anlatılanın mezarlığın üzerini örten kar örtüsü gibi anlatılmak istenen hikâyenin üzerini nasıl örttüğünü fısıldıyor bize. Sonra hikayeleri, karakterleri ve simgeleri iç içe geçen çemberler misali birbirine dolayarak ama asla düğüm olmasına izin vermeden çiziyor Ivo Andric. Özellikle ikizleşme metaforunu başarıyla kullanıyor. Zamanı kırarak, mekanları çoğaltatak, karakterleri zıtlıklar ve benzerliklerle yaratarak 100 sayfalık kısa ama çok katmanlı, derin mi derin bir eser. Merkeze yerleştirdiği Cem Sultan hikâyesi de başka bir bakış açısı sunuyor bize.

64. Derviş ve Ölüm, Meşa Selimoviç

1966 yılında yayımlanan Derviş ve Ölüm, Yugoslav yazar Meşa Selimoviç'in en önemli eseri. Eser otobiyografik unsurlar içeriyor diyeceğim ama aslında yazar kendini değil kurşuna dizilmiş erkek kardeşinin ölümü sonrasında yaşadığı travmaya bağlı olarak adalet arayışını anlatıyor.
Hayat ve ölüm, uhrevi olan ile dünyevi olan, adalet ile iktidar, vicdan ile zulüm arasında gidip gelen bir dervişin hikâyesi anlatılan.
O derviş "Ben kimim?" sorusunun peşine düştüğünde nasıl değişip dönüştüğünü okuyoruz. İlk sayfalarda "Bir giysi, bir örtüymüş gibi bana yakıştırılan her şeyi üstümden atıyor, bunların hepsinden önce bana ait olan çırılçıplak insan bedenimle kalıyorum," cümlesini okur okumaz bir varoluş sorgulamasının içine düşeceğini de anlıyoruz tabii.
Ben anlatıcı üzerinden bellek ve zaman kavramıyla da örülmüş bir hikâye bu. Bir insan kendini ararken geçmişini sorgulamadan durabilir mi? Peki geçmişi bugüne getiren insan zihni ne kadar doğru anımsar ne kadar tarafsız olabilir, yaralarını kanatmadan nasıl o geçmişin üzerine yeni bir ben inşa edebilir.
Gergedan Atölye için bir kez daha okumaktan memnun oldum. Meşa Selimoviç edebiyata büyük emek vermiş usta yazarlardan biri. Tanımıyorsanız tanışmanızı ve özellikle Derviş ve Ölüm'ü okumanızı öneririm.

65. Homeros, Azra Erhat

66. Kör Baykuş, Sadık Hidayet

67. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

Bu hafta başında okuduğum Gece Yarısı Kütüphanesi, 42 dile çevrilmiş, Goodreads üyeleri tarafından 2020 yılının en iyi romanı seçilmiş Matt Haig'in kurmaca eseri. Haig, gazeteci ve yazar, çocuklar ve yetişkinler için hem kurmaca hem de kurmaca dışı kitapları var. Biyografisine bakınca 2000'li yılların başından bu yana çok sayıda eserinin yayımlandığını görebilirsiniz. Gelelim kitaba... Aslında felsefe ile kurmacanin iç içe örüldüğü ve yaşama dair ipuçlarını saklayan kitapları severim. Bana göre bu kitapların içinde en iyisi de 'Kirpinin Zarafeti'dir. Bu roman da böyle bir temayla yola çıkıyor. Yaşamak ile yaşamamak arasından kalan kadın kahraman hayat boyu yaptığı seçimler ve sonuçlarıyla bir yüzleşme yaşıyor. Kendisinin arafta kaldığı ve zamanın durduğu süre boyunca farklı gelişebilecek hayatlarına gidip gelen kahramanın hep döndüğü yer bir kütüphane. Çok kolay okunan (2 günde bitti), sürükleyici bir kitap. Hikaye boyunca sürekli Henry David Thoreau, biraz Schopenhauer, sıkça Schrödinger'in Kedisi çıkıyor karşınıza. Böylece insan doğa ilişkisi ve kuantum fiziği hakkında fazla derinleşmeyen bir yolda ilerliyorsunuz. Ama,,,   Sanırım ben bu kitap yerine Kirpinin Zarafetini bir kez daha okumayı tercih ederdim. Ya da büyük bir edebi şölen için Paul Auster'ın 4321'ini bir kez daha okuyabilirdim. Ne edebi açıdan ne de okuma deneyimi olarak beni tatmin etmedi diyebilirim.

68. Yitik Ülke, Defne Suman

Defne Suman'ın öyküleri yaklaşık bir aydır elimde dolaşıyordu, birkaç gün önce son öyküyü de okuyup bitirdim. Önce romanlarıyla edebiyatta kendini var etmiş bir yazar olarak öyküye soyunmak pek de kolay değildir bana göre. Defne Suman öykülerini bildiğimiz ama en çok hissettiğimiz ipliklerle dokumuş. Satırlarda çocuktan ihtiyara her yaştan kadının hikâyesine rastlayabilirsiniz. Her öykü okura kendinden birkaç satır bahşederken okurdan da ona ait olanı söküp alıyor. Bu ne demek şimdi diye soracak olursanız, kitabı okuyun derim. Öykülerdeki kadınlar hem biziz hem değiliz, aynaya bakmak ve kendini görmek gibi. Aynadaki sensin ama aslında sen o görünen değilsin. Ama kadın hikâyeleri diyerek geçmek olmaz tabii. Her hikâyenin ardında kahramanın yaşadığı toprakların, ait olduğu toplumsal yapının yaraları da saklı. Yazar yaraların üzerindeki kabuğu kaldırmadan, kaşıyıp kanatmadan göstermeyi başarmış. Bu açıdan okurun da canını acıtmadan söylüyor sitemini, söz de yerini buluyor diyelim. Nehir, Sabun, Yitik Ülke, Balıkçının Eleni en sevdiklerim oldu, unutmayacaklarım.

69. Son Fasıl, Nedim Gürsel

Nedim Gürsel edebiyatımızın renkli kalemlerinden biri. Son Fasıl'da farklı coğrafyalardaki deneyimleri ve kendisinde bıraktığı etkiler üzerinden dünyaca ünlü ustaların yapıtlarının ve yaşamlarının son demlerinin izini sürüyor. Okurunu da kendisiyle birlikte kâh renkli, neşeli kâh hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor. Bazen bir şairi ya da ressamı uzun anlatıyor bazen bir yazardan iki satırla bahsediyor. Anlatı mekânlar üzerinden ilerliyor. Bu mekanlarda konaklamış, buralara uğramış büyük isimlerin hayatlarının bir döneminde (genellikle de son döneminde) geçip gittikleri bu yerleri merkeze alarak onlar hakkında bildiğimiz ya da bilmediğimiz ayrıntılarla işlenmiş bir kitap. Ben çok keyifle okudum. Elbette okurken kendime yeni listeler yaptım. Kimler var? Rilke, Van Gogh, Rubens, Nazım Hikmet, Sartre, Tolstoy, Da Vinci ve daha pek çok isim.

70. Barbarın Kahkahası, Sema Kaygusuz

Öyküleriyle tanıdığım Sema Kaygusuz kalemini, anlatım biçimini çok sevdiğim yazarlardan biri. Bu kısa romanda da barbarı gösteriyor bize. Rahat okunan, içinizi acıtmadan toplumsal yaralarımızı ortaya döken bir hikaye. Bir motelde yaz tatillerini geçirmekte olan farklı sınıflardan insanların hikayesi. Faili belirsiz çok basit bir olay etrafında dönen, cinsellik, cinsiyet ayrımı, sınıf meselesi, din baskısı, iktidar zorbalığı gibi konuları sade ama derin bir dille anlatan harika bir roman.

71. Tanrıgöz Bahar Yaka

Bu kitap Goodreads listesinde yok, çünkü ben okurken sisteme dahil olmamıştı henüz. Ama okumuş ve instagramda da paylaşmışım.

Bahar Yaka ile ilk öykü kitabı yayımlandığında tanışmıştık. Diablo'nun Günlüğü için @gergedankitabevi 'nde yaptığımız söyleşi ve öncesindeki muhabbetimiz hâlâ aklımda. O kitabıyla Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt ödülünü kazandığını hemen ekleyeyim. İkinci öykü kitabı Tanrıgöz bir süredir elimde. Öykü okurken her gün küçük dozlar almak gerektiğini düşünenlerdenim. Kitap bir şiirle açılıyor ve yazar öyküleriyle ilgili de ipucu veriyor ilk sayfada. Anlatmak istediğini birkaç vurucu sahne ile kısa anlatmayı seviyor Bahar Yaka. Üzerinde çalışıp işlenebilecek öyküler bir anda bitiveriyor bazen. Elbette bunun okur üzerinde ayrı bir etkisi de var. Ölüm temasının ağırlıklı olduğu öykülerde bir diğer izlek ise baba ya da erk. Bir okur olarak duygusal zemininin çok kuvvetli olduğunu söyleyebilirim. Külhan, Yeşil Kadife en sevdiğim öyküler oldu. Tanrıgöz ise kitaba ismini veren, on beş kısacık öyküden oluşan bir metin. Bence ismini ve kitabın efendisi olmayı hak ediyor. Bu öyküye verilen emek bana ilk kitaba ismini veren öyküyü de anımsattı. Kitabın sonunda ise bir masalla uğurluyor bizi yazar. Okumaktan keyif aldım.

72. Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim, 

Sakarmeke'yi bitirdim dün gece. Mehmet Fırat Pürselim hikâyelerini hep çok sevdiğim bir yazar. Akılsız Sokrates'ten sonra ne geleceğini sabırsızlıkla bekliyordum ki yeni öykülerini kuşların kanatlarına yüklemiş. Bu kez öykülerinde daha farklı bir tat var, kalemini keskinliğinden sıyırıp ironiyle donatmış. Bakıp gördüğü, duyduğu, hissettiği şeyleri mesele eden, öykülerinde toplumun her katmanı için adaletsizliği, eşitsizliği, bağnazlığı, özgürlüğün bedelini sorgulayan bir yazarla aynı pencereden bakmak iyi geliyor. Okura çok yakın, sıcak, bazen gülümseten, zarif, sade ve katmanlı öyküler. Umarım siz benden önce okumuşsunuzdur, okumadıysanız bu yaz mutlaka okuyun. Hatta diğer kitaplarını da okuyun. Çok seveceksiniz.

73. Dünyadan Aşağı, Gaye Boralıoğlu

• 72 kitap okumuşum ama 73 diyelim çünkü elimdeki kitap da yıl bitmeden bu listeye dahil olacak.

• Toplam 19965 sayfa / Aslında bu sayı 70 kitap üzerinde hesaplanmış ama Goodreads'e eklemeyi unuttuğum iki kitap var. Biri Sakarmeke diğeri de Tanrıgöz. Onları da bu listeye ekledim.
• 56 sayfa ile en kısa kitap 'Zacharius Usta'
• 1068 sayfa ile en uzun kitap tabii ki 'Anna Karenina'
• Bu durumda kitap başına ortalama 281 sayfa düşüyor
• Günde sadece 56 sayfa okumuşum.
• Okuduklarım arasında Goodreads topluluğu içinde en popüler olanı 'Dorian Grey'in Portresi'
• En az bilinen ve okunan ise 'Sefalet Kedisi'
• Okuduklarım arasından Goodreads okurları tarafından en yüksek oyu alan 'Yaşamımdan Şiir ve Hakikat'
• 2021 yılının ilk ilk kitabı 'Asılacak Kadın' olmuş
• 2021'in son kitabı ise 'Dünyadan Aşağı' olacak.

2022'de okuyacaklarımın bir kısmı atölye kitapları olduğundan listesi belli ama boşlukları dolduracak kitaplar şimdilik belirsiz.
Aslında burada paylaştığım sayıların pek de önemi yok. Ben yazmayı ve okumayı hayat uğraşım haline getirdigimden listem kabarık. Ama önemli olan okumak, iyi kitaplar okumak ve okumayı hiç bırakmamak.
Biliyorum malum nedenlerle kitapları satın almak bile zorlaşıyor. Zor zamanlar, daralan alanlar hepimizi sıkıştırıyor. Ama bir yolunu bulacağız.
Çünkü okumak hepimize iyi gelir.

Tahtaboşa Gelen Kuşlar

$
0
0




Bu kez kendimle ilgili bir yazı yazıyorum.
2021'i kendim için bile sürpriz bir haberle bitirdim ve her şeye rağmen 2022'ye heyecanla başlıyorum. Okurunu bulmasını yürekten dilediğim öykü kitabım 29 Aralık'tan itibaren sevgili okurun ellerine emanet.
Uzun yoldan geldi öykülerim, benimle de içinden geçip geldikleri zamanla da mücadele edip durdular. Kazananlar yüz sayfanın içine sığdırdılar kendilerini.

Yayınevim Edebiyatist'e, kapak çizeri Zeynep Tuba Çakır'ın, kapak tasarımını yapan Gülşah Korkmazoğlu'nun ve her konuda fikirleriye destek olan sevgili Bahar Yaka'nın katkıları ve emeklerine çok teşekkür ederim. 
Öykülerimin ilk okuru ve editörüm olan Neslihan Önderoğlu'nun desteği çok kıymetliydi. 
O zaman bu sayfayı da Neslihan'ın elinden çıkmış olan arka kapak yazısına bırakmak doğru olur:

Fatma Burçak edebiyatın içinden bir isim. Yıllardır sadece okuyup, yorumlamakla kalmadı, birikimini derlediği kitaplar ve atölyeler yoluyla başka okurlara, çocuk kitaplarıyla genç nesillere de aktardı. Bu kitapta toplanan öyküler çok okuyan, ama aynı zamanda iyi ve eleştirel okuyan bir yazarın kaleminden süzüldüğünü belli edecek incelikte, üzerinde uzunca düşünülüp çalışılmış öyküler.  İşte bu nedenle okura da keyifli ve nitelikli bir okuma deneyimi vadediyor.

Yazar bize geçmişin gölgesinden çıkıp bu hayatta tutunabilmek için bir yol arayanları, kendilerine biçilen rollerin arasında sıkışmışlık duygusu yaşayanları olduğu kadar bizi tedirgin eden ve zaman zaman fantastiğe de göz kırpan kahramanları da konuk ediyor öykülerinde. Zaten öykü dediğimiz de başka hayatlara kısa bir yolculuk değil mi?
Kurgusuyla, yarattığı karakterlerle öykünün hakkını veren bu kalemin yazdıklarını seveceksiniz.

“Ona doğru döndü. Söyleyeceği başka şeyler de varmış ama hiç acelesi yokmuş gibi kısık sesle, tane tane konuşuyor, ses ağzından değil de titreşimlerle vücudundan yayılıyor, duyanı sarıp sarmalıyordu. Öyle ki havanın içinde salınan sözcükleri eliyle tutabilirdi.
“Ama bu odanın en güzel tarafını henüz görmedin.”
Gün ışığını perdelemeden beyazlığıyla bir şelale halinde odaya dökülmesini sağlayan tülü açınca küçük bir balkon kapısı çıktı ortaya. Ufukta, kiremit döşeli çatıların bittiği yerde deniz ve gökyüzü birbirine sarılmış uzanıyordu.
“Burası tahtaboş,” dedi kadın.”





















 

Kendi Yurdunda "Öteki"

$
0
0

 


Öykü kitabımın duyurusunu yaptığımdan beri buraya herhangi bir not düşmeyişimin nedeni anlatacak bir şey olmadığından değil de bir türlü sıra gelmediğinden. Atölyeler, okumalar, günlük rutin, biraz sosyal hayat ve babamın bir süredir bütün aileyi allak bullak eden hastalığı derken aynı anda her yöne koşmaya çalışan, bu yüzden de olduğu yerde sayan biri gibi hissediyorum kendimi.

Dün başımdan geçen ve bana oldukça dokunan bir hikaye anlatacağım bu kez: Yayınevinin video çekimi için gittiğim Şişli'den eve dönerken metroda genç bir kadın oturdu yanıma. Kadın diğer yanında oturan adama Bakırköy'e gitmek için ne yapması gerektiğini gayet akıcı bir İngilizceyle sormaya, derdini anlatmaya çalıştı. Bu gibi durumlarda soru bana yöneltilmedikçe karışmamaya özen gösteririm. Adam İngilizce bilmediği halde Bakırköy ve Marmaray isimlerinin rehberliğinde kadının ne sorduğunu anlayarak yardım edebilmek için çırpındı. Aktarma istasyonu Yenikapı'ya geldik ve hep birlikte indik. Yürüyen merdivenlerden yukarı çıkarken adamdan almış olduğu bilgiyi doğru anlayıp anlamadığını sınamak isteyen kadın aynı soruları bu kez de bana sormaya başladı. 

Onu Marmaray'a doğru yönlendirirken nereden geldiğini sordum. İran'dan gelmiş, İngilizce öğretmeniymiş ve dün ilk iş günüymüş. Oldukça heyecanlıydı. Yenikapı kalabalığındaki kısacık muhabbetimiz Marmaray girişinde sona ermek üzereyken o da bana nereden geldiğimi sordu. Bir an durup ona baktım. Öyle şaşırdım ki anlatamam. İlk kez, neredeyse bir tokat gibi kendi yurdumda "öteki" olmanın ne demek olduğunun farkına varmıştım ama bu daha başlangıçtı. Ancak saniyeler sonra yanıt verebildim. Hiçbir yerden gelmediğimi, Türk olduğumu söyledim. Hayretle bir kez daha baktı bana, hiç Türk'e benzemediğimi, gayet iyi İngilizce konuştuğumu, Türk gibi görünmediğimi söyledi. Tren geldi, birbirimize gülümseyerek ayrıldık.

O andan beri düşünüyorum. Karşımdaki çağdaş, genç İranlı kadının yaşadığı bu ülkenin vatandaşlarından birine benzetemediği ben, kendi ülkemde kime benzer oldum? Başka türlü de sorulabilir bu soru, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı denince bir yabancının zihninde canlanan nasıl biridir?

Ben yaşadığımı anlatıp, zihnimdeki soruları sorup içimi döktüm. Bu yazının amacı ırkçı, milliyetçi, ayrımcı bir tartışma açmak değil Türkiye'de yaşayan insanların geçirdiği değişimin yönünü görünür kılmaktır. Nereden nereye...



Artık Biraz da Yarınımız Olmalı

$
0
0

İnsan birlikte yaşamayı, paylaşmayı, kabul etmeyi, eşit olmayı, birbirinden korkmamayı öğrenemiyor. Bu sebeple sürekli savaşıyor. Birini diğerine kul, köle, bağımlı kılmaya çalışıyor. 

Elbette edebiyat da bunu dert ediniyor.

Baharla birlikte yeni bir atölyeye programına başlıyoruz. İnsanlığın en karanlık çağına en kanlı coğrafyasına bakıyor ve uygarlığın elindeki kanı, insanlığın varoluşunu sorgulayan romanlar okuyoruz.

Dört hafta, dört roman, dört yazar

17 Mart Perşembe,  Karanlığın Yüreği

24 Mart Perşembe,  Bülbülü Öldürmek

31 Mart Perşembe,  Kuzeye Göç Mevsimi

 7 Nisan Perşembe,  Sevilen

Atölyemiz çevrimiçi olarak yapılmaktadır. Atölye başlangıç saati 12.00'dir.

Bilgi ve kayıt için adresi biliyorsunuz: Gergedan Kitabevi 0216 350 2766

Gecenin Bir Vakti

$
0
0

Gecenin bir vakti, çarşamba henüz perşembeye dönmüşken bilgisayarın başında ne yapıyorum. Aslına bakacak olursanız çamaşır makinesinde dönüp duran çamaşırların yıkanmasını bekliyorum. Bir yandan da bu süreyi değerlendirip bu sayfaya yeni bir yazı eklemeye çalışıyorum. Aklımda ne yazacağıma ne söyleyeceğime dair herhangi bir fikir olmadığından kirli çamaşırların yıkanması meselesiyle başladım konuya. Eh bunu söylediğime göre yazıya konu olacak bir şeylerden bahsetmek, sadede gelmek zamanıdır.

Son okuduğum, son aldığım kitaplardan bahsetmeye ne dersiniz?

Yoğun bir atölye programım olduğundan bu sıralar okuduklarımın bazılarını yeniden okuyorum. Bu kimi zaman gerçek bir okuma kimi zaman ise hızlıca bir gözden geçirme oluyor. Sondan başlayıp geri gidelim.

Bugünkü atölyede Jose Saramago'nun ölmeden önce yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanan son romanı Kabil'i konuştuk. Okuyanlar bilir ki son derece kışkırtıcı bir romandır. Bize Kabil ile Habil'in hikayesini yaratılış mitinden başlayarak farklı bir bakış açısıyla anlatır yazar. Romanın ilk bölümlerinde Adem ve Havva cennetten kovulduktan daha sonra da Kabil'in Habil'i öldürmesinin ardından Kabil'in yolculuğunu okuruz. Onun başına gelenler Eski Ahit'teki söylencelerden alınan ve pek çoğunu hepimizin bildiği hikayelerle kurgulanır. Kabil ve eşeğiyle önce Lilith ile tanışırız ardından Babil'e, İbrahim'in ile İshak'ı kurban törenine, Sodom ve Gomorra'ya, Eyüp'ün evine konuk oluruz. Son durak ise Nuh'un gemisidir. Metin boyunca sıkça karşılaştığımız Efendi'nin kim olduğunu okurlar daha romanın ilk sayfalarında fark etmişlerdir zaten. Saramago negatif teoloji üzerine kurguladığı romanda insan ile tanrı ilişkisini, insanın özgür iradesi ile inancının çatışmasını sorgular durur. Romanın sonuna geldiğimizde ise hepimizin aklında oluşan büyük soru işaretlerine "Hikaye bitti, anlatacak başka bir şey olmayacak," cümlesini ekleyerek noktayı koyar. Romanı yazarın açıkça ortaya koyduğu insan ve tanrı ilişkisi üzerinden okuyabildiğimiz gibi birey ve iktidar ilişkisi üzerinden de rahatlıkla okuyabiliriz. Eski Ahit'teki söylencelerle kurgulanan hikaye için palimpsest bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda Kabil'in yolu hem Odysseus'u hem Sisifos'u hem Prometheus'u çağrıştırır bize. O hep eşeği takip eder :) Bütün bunlarla birlikte metnin temel teması "kötülük problemi"dir. Saramago inancı aklın kontrolü altına alarak insanın dogmatik düşünceleri sorgulamasını sağlamaya çalışır. Kutsal söylenceler vasıtasıyla da var olan kötülüğün görünür olmasına, incelenmesine, değer yargılarıyla özgür irade ve ahlak kavramlarının, iyilikle kötülüğün doğası ve  ortaya çıkışı üzerine düşünmeyi önerir. Toplumsal bellekte birikmiş olan bu kutsal söylencelere başka bir açıdan bakılmasını sağlamaya çalışır.

Bir adım daha geri gittiğimde yeniden okuduğum iki kitap var sırada: İlyada ve Odysseia. Ama bu kitaplardan bahsetmeyeceğim çünkü kısa bir süre sonra Homeros hakkında bir yazı yayımlamayı planlıyorum.

Bir adım daha geri gittiğimde ise Burhan Sönmez'in Kuzey'i var sırada. Çok sevdiğimi ve elimden bırakamadığımı ama bir yandan da bitmesini hiç istemediğimi söyleyebileceğim bir romandı. Özellikle metindeki kadınlar ve kurdukları yaşam düzeni bana hemen Charlotte Perkins Gilman'ın Kadınlar Ülkesi'ni anımsattı. Ama yanlış anlaşılmak istemem aslında bu benzerlik yalnızca kadınların kurduğu toplulukların aşkın bir sistem oluşuna dair imgesel bir benzerlik yoksa metinler birbirinden çok farklı. Burhan Sönmez'in ikinci romanı Kuzey, daha sonraki romanlarında da gördüğümüz gibi yine karşıtlıklar üzerine kurduğu bir hikaye var. Kadın - erkek, kuzey - güney, yaşam - ölüm, sevgi - nefret, savaş - barış, doğa - insan, aydınlık - karanlık, iyilik - kötülük. Fantastik ögelerden kurulu eserin alt metninde varoluş felsefesinin izlerini bulmak mümkün. 

Biraz daha geri gidince Gergedan'da okuduğumuz dört kitap takılıyor gözüme:

Sevilen, 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Toni Morrison'un The Black Book'taki bir gazete kupüründe gördüğü Margaret Garner'in hikayesinden yola çıkarak yazdığı bir roman. Kölelik ve kadınlık üzerine yazılmış en etkileyici romanlardan biri. Seth'in hikâyesi bizi hem rahatsız ediyor hem de pek çok kavram ve değer üzerine düşünmemizi sağlıyor. Morrison'un gerçeküstü ve gotik unsurlarla kurguladığı roman o karanlık kölelik kurumunun insan onuruna, aklına, ruhuna verdiği zararın geçmişte kalmadığını, unutulmadığını bir kez daha okuyoruz. Seth'in, Baby Suggs'ın, Paul D'nin hikayeleri geçmişin hayaletiyle yeniden canlanıyor, yaralar ancak anlatılarak iyileşiyor. Ama bir yandan da yazarın son sayfada defalarca söylediği gibi, "Bu, anlatılacak bir öykü değil."Çünkü hiç yaşanmamış olmalıydı, hiç kurgulanmamış, hiç dile gelmemiş, hiç yazılmamış.


Kuzeye Göç Mevsimi ise Arap edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Tayeb Salih'in 1966 yılında yazdığı roman postkolonyal edebiyatın çok sözü edilen eserlerinden biri. Romanın tarihsel bağlamında Sudan'ın İngiliz sömürgesi oluşu ve sömürgeleştirilmenin toplumsal etkileri var. Edebi bağlamında ise Shakespeare'in Othello'su bizzat metinde görünürken Joseph Conrad'ın Karanlığın Yüreği isimli romanı ise güçlü bir izlek oluşturuyor. Nil Nehri, kadın ve toprak ilişkisi, göç ve göçmenlik çatışması, sömürgelestirilmiş toplumlarda ortaya çıkan varoluş ve kimlik sorunu, içsel yolculuk ve içindeki karanlıkla yüzleşmek, ataerkil toplum ve kadına uygulanan şiddet çok güçlü sembollerle anlatılmış. İyi anlatılmış bir hikâye olmasının dışında özellikle Arap/Afrika toplumunun sömürgeleştirilmesiyle ortaya çıkan kazanç/kayıp ilişkisini, yaşanan travmayı incelikle gösteriyor.

Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad'ın zaman zaman oldukça tartışılan uzun öyküsü; hem kendi hayatından damıttığı hem de tarihsel bir gerçeği ortaya koyduğu önemli bir metin. Thames nehri üzerinde suların yükselmesini bekleyen bir gemide Marlow adlı gemicinin anlattığı hikaye, Afrika'ya gidişi ve Kongo nehri üzerinde yaşadıkları bize ırkçılık, sömürgecilik, emperyalizm üzerine kapsamlı düşünme fırsatı veriyor. Bir yandan da Marlow ve Kurtz arasındaki ilişki kendi benine doğru yapılan bir yolculuğu çağrıştırıyor. Homerik göndermeleri, karanlık ve aydınlık, su yolları ve toprak, zaman ve mekan üzerine alegorilerle zenginleştirilmiş bir hikâye.

Çok kişi okumuştur herhalde Bülbülü Öldürmek'i. 1960 yılında yayımlanmış, 1961'de Pulitzer almış, 1962'de okullarda okutulması kararı verilmiş, Mulligan tarafından filme çekilmiş ve 3 Oscar almış, Gregory Peck'e de Atticus rolüyle Oscar'ı kazandırmış, yazarın ikinci yazdığı ama yayımlanan ilk (50 yıl boyunca tek) kitabı. Irk ayrımcılığını bir çocuk gözüyle anlatan hikaye diyerek geçmek eksik kalır. Kitap "istediğin kadar saksağan vurabilirsin ama bülbülü öldürmek günahtır," düşüncesi üzerine kurulmuş ve farklı olaylar, karakterlerle örneklemiş bu fikri. Atticus muhteşem bir baba ve çocuk eğitim modeli ortaya koyarken, cesaretin ne demek olduğunu da gösteriyor. Bazen ölümü beklemek bazen en iyi savunmayı yapmak bazen evden dışarı çıkmak. Bülbül kim diye soracak olursanız biri beyaz biri siyah iki kişi var, onlar hem adalet sistemi hem toplum tarafından çemberin dışına atılarak cezalandırılıyorlar. Defalarca okudum anlattım ama hep aynı tadı aldım. Yeniden yeniden okunacak kitaplardan biri bana göre.

Bu kitapların dışında bir de bütçemin daimi harcama kalemi olan kitaplara bakalım. Belki gördünüz, duydunuz belki gelip katıldınız belki de hiç haberiniz olmadı. Ama Nisan'da Nilüfer Kütüphaneleri Misi Akademi bünyesinde 2 günlük bir atölye düzenledim. Konusu Edebiyatta Kötülük. Dolayısıyla bu konuyla ilgili çok beğendiğim ve önemli bulduğum iki kitap alıp okudum. 

Kötülük Üzerine Bir Deneme, Terry Eagleton

Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille 

Bir de tuğladan daha kalın bir roman aldım. Atölyeler biter bitmez ilk okuyacağım kitap olacak.

Köpekleri Seven Adam, Leonardo Padura

Bu gecelik bu kadar. Çamaşır mı? Bitti. Şimdi sessizce onları ipe serip sonrada yatağa süzüleceğim ;)

Bahar Geçmiş Yaz Geçmiş

$
0
0


En son Nisan'da yazıp karalamışım bir şeyler, sonra bahar geçmiş, yaz gelmiş geçmiş ve ben fark etmemişim. Nasıl derseniz? Hayat, der susarım.
Peki bu arada ne yaptın, diye soranlara bu yazı.
Mayıs'ta Marcel Proust'un Kayıp Zamanın İzinde romanının mekanları olan Combray, Normandiya ve Paris'e giderek ayak izlerinin peşinde dolanıp durduk edebiyat dostlarımla.
Haziran'ın çoğunu Bursa, Nilüfer Belediyesi'nin konukseverliğinde Misi Yazıevi'nde geçirdim. Burada geçen günlerimin hasadını önümüzdeki yıl birlikte toplarız umarım.

Temmuz ve Ağustos'u İstanbul'da savuşturuverdik. Okudum, yazdım ve saire ve saire. Yaz boyunca tatile gitmedim, bir kez olsun denize girme fırsatı bulamadım, yalnızca iki kez havuza girip çıktım. Yani öyle sıcak kumlardan serin sulara atlamak mümkün olmadı. 
Ailevi sebepler diyerek geçmek istediğim ama aslında değirmen taşı gibi göğsümün üzerinde ağırlık yapan hallerden muztarip Eylül'e geldik. Yolumuz dikenli ve uzun, yürüyoruz öylece.

Eylül'de okumaya devam ediyorum. Harıl harıl yeni sezonun atölyelerine hazırlıyorum kendimi, heyecanlıyım. En altta Gergedan Kitabevi'nde Fatma Burçak Edebiyat Atölyesi'nin yıllık programını bulabilirsiniz.

Ekim'de ise ilk kez deneyeceğim yeni bir atölye var. Ben atölye diyorum ama aslında pek keyifli bir gezi programı bu. Programın ismini "Fatma Burçak'la Edebi Rotalar" koyduk. İlk rotamız Portekiz, Porto ve Lizbon. Livreria Lello’ya,  Jeronimus Manastırı ve manastırın içindeki Fernando Pessoa’nın mezarına ve Calouste Gulbenkian Müzesi, Bertrand Livreiros, Fernando Pessoa Evi, Cafe Bresileira, Casa Dos Bicos (Saramago anısına düzenlenenen alan)'a selam durup bolca edebiyat konuşacağız.
Gezi sırasında bize eşlik edecek kitaplarımız da şöyle:

Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü, A. Tabucchi

Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl, J. Saramago

Bay Yüzde Beş - Dünyanın En Zengin Adamı Kalust Gülbenkyan'ın Farklı Hayatları, Jonathan Conlin



Peki bu yılın okuma listesi nedir diye soracak olursanız, onu da aşağıda görebilirsiniz.

26 Eylül 2022 PazartesiNişanlılarAlessandro Manzoni
29 Eylül 2022 PerşembeNişanlılar
   
3 Ekim 2022 PazartesiZor ZamanlarCharles Dickens
6 Ekim 2022 PerşembeZor Zamanlar
   
17 Ekim 2022 PazartesiEugenie GrandetHonore de Balzac
20 Ekim 2022 PerşembeEugenie Grandet
   
24 Ekim 2022 PazartesiMahşerin Dört AtlısıVicente Blasco Ibanez
27 Ekim 2022 PerşembeMahşerin Dört Atlısı
   
7 Kasım 2022 PazartesiYeni Bir Elbise / Kanlı Oda / Sarı Duvar Kağıdıaynı isimli öyküleri okuyacağız.
10 Kasım 2022 PerşembeYeni Bir Elbise / Kanlı Oda / Sarı Duvar Kağıdı
   
14 Kasım 2022 PazartesiManzaralı OdaE.M. Forster
17 Kasım 2022 PerşembeManzaralı Oda
   
28 Kasım 2022 PazartesiDalloway / SaatlerVirginia Woolf / Cunningham
1 Aralık 2022 PerşembeDalloway / Saatler
   
5 Aralık 2022 PazartesiOrlandoVierginia Woolf
8 Aralık 2022 PerşembeOrlando 
   
19 Aralık 2022 PazartesiKumdan YürekAbdulrazak Gurnah
22 Aralık 2022 PerşembeKumdan Yürek
   
26 Aralık 2022 PazartesiBarbarları BeklerkenJ. M. Coetzee
29 Aralık 2022 PerşembeBarbarları Beklerken
   
9 Ocak 2023 PazartesiBir Ölünün DefteriHalit Ziya Uşaklıgil
12 Ocak 2023 PerşembeBir Ölünün Defteri
   
16 Ocak 2023 PazartesiYabanYakup Kadri Karaosmanoğlu
19 Ocak 2023 PerşembeYaban
   
23 Ocak 2023 PazartesiÖlmüş Bir Kadının Evrak-ı MetrukesiGüzide Sabri
26 Ocak 2023 PerşembeÖlmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi
   
6 Şubat 2023 PazartesiUfuk ÇizgisiAntonio Tabucchi
9 Şubat 2023 PerşembeUfuk Çizgisi
   
13 Şubat 2023 PazartesiBütün İsimlerJose Saramago
16 Şubat 2023 PerşembeBütün İsimler
   
20 Şubat 2023 PazartesiKimlikMilan Kundera
23 Şubat 2023 PerşembeKimlik
   
6 Mart 2023 PazartesiKraliçe Laona'nın Gizemli AleviUmberto Eco
9 Mart 2023 PerşembeKraliçe Laona'nın Gizemli Alevi
   
13 Mart 2023 PazartesiPalomarItalo Calvino
16 Mart 2023 PerşembePalomar
   
27 Mart 2023 PazartesiGömülü DevKazuo Ishiguro
30 Mart 2023 PerşembeGömülü Dev
   
3 Nisan 2023 PazartesiBir Son DuygusuJulian Barnes
6 Nisan 2023 PerşembeBir Son Duygusu
   
17 Nisan 2023 PazartesiMektupların RomanıMihail Şişkin
20 Nisan 2023 PerşembeMektupların Romanı
   
24 Nisan 2023 PazartesiHüznün FiziğiGeorgi Gospodinov
27 Nisan 2023 PerşembeHüznün Fiziği
   
1 Mayıs 2023 PazartesiSür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri ÜzerindeOlga Tokarczuk
4 Mayıs 2023 PerşembeSür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde
   
15 Mayıs 2023 PazartesiNefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, EvlilikAlice Munro
18 Mayıs 2023 PerşembeNefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik
   
22 Mayıs 2023 PazartesiUyanışKate Chopin
25 Mayıs 2023 PerşembeUyanış
   
29 Mayıs 2023 PazartesiFransız Teğmenin KadınıJohn Fowles
1 Haziran 2023 PerşembeFransız Teğmenin Kadını

O zaman bir gün, bir yerde, herhangi bir hikayenin içinde karşılaşmak üzere :)


 

Donmuş Bir Zaman: Unutkan Ayna

$
0
0

Yarın, atölye gruplarımdan birinde Gürsel Korat'ın Unutkan Ayna isimli romanını konuşacağız. Romanı ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. O zaman yazılarımla destek vermeye çalıştığım Gamlı Baykuş Dergisi için yazarla bir söyleşi yapma fırsatı bulunca da çok sevinmiştim. Bugün romana dönüp yeniden bakarken üzerinden beş yıldan fazla geçmiş olan o sıcak yaz gününü anımsadım. Söyleşinin kaybolup gitmesine gönlüm razı gelmedi. Hep okunacak yazarlarımızdan biridir Gürsel Korat.

***

Sabahın erken saati olmasına rağmen hava sıcak. Çok uzun zamandır gelmediğim Ankara’da trenden indiğimde büyük bir sürpriz karşılıyor beni. Yeni, modern, kocaman ve soğuk bir gar binası. Sağa sola bakınıyorum, neredeyim? Güzelim eski gar binasına ne oldu? Yeni binadan çıkıp, büyük bir sevinçle yıkılmadığını öğrendiğimiz eski gar binasına giriyoruz. Yanımda Aysel Karaca. Heykelin önünde Gürsel Korat’la buluşuyoruz. Bizi evinde ağırlamayı teklif ediyor. Eve doğru giderken Ankara’yı izliyorum arabanın camından. Benim anımsadığım gibi olmadığını fark ediyorum. Bu yıl Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görülen Unutkan Ayna’da Gürsel Korat anımsadıkça kanayan bir bellek yarasını anlatıyor bize. Kimseyi işaret etmeden, aynada görülüp unutulanları anlatıyor. İşte sorduklarımız ve yazarın anlattıkları:

F.B.- Unutkan Ayna, Türkiye için zor bir konuyu ustalıkla ele alan bir roman. Tehcir… Elbette roman, bize bir hikâye anlatıyor. Anlattığınız hikâyenin sürekli temiz tutmaya özen gösterdiğimiz geçmişimizdeki üzeri örtülen lekeleri açığa çıkarmak açısından bir üçüncü göz oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Bu konuyu seçerken endişeleriniz oldu mu?

G.K. - Genel olarak bizim edebiyatımızda yazardan ideolog olmasının beklendiğini görüyoruz. Hele bu tür konularda… Ne sorunumuz var, mübadele. Pek bir kıyım olmayınca ahlanmaya vahlanmaya gerek yok. Egenin iki yakasında yaşıyoruz, eski anılar, ah o zaman, her şey ne kadar iyiydi… Fakat bundan önce 1910’da biz bunların karşılığı olarak milliyetçi çetelerle Rumların ağzına tükürdük dediğin zaman, tamam ama onlar da bize yaptılar, deniyor. Benim burada aradığım şey kimin kime yaptığı değil ki, ben milliyetçiliğin nasıl bir bela olduğunun peşindeyim. Ulusal devletler kurulurken neler oldu, onu görmek durumundayım. Siyasal kimliklerimizi kullanmıyor muyuz? Edebiyatın dışında her yerde söylüyorum siyasal kimliğimi. Siyasal edebiyat yaptığım tek romanım Ay Şarkısı, o otobiyografik özellikler de taşıyan ilk romandır aslında. Bunun farkında olduğum için orada bile kendi düşüncesini tartışmaya açan, kendi iç dünyasını tartışmaya açan bir metin ortaya çıkarmaya çalıştım. 1987 yılında Edebiyat Dostları’nı çıkardığımızda ilk kez içinden geldiğim geleneğe itiraz ederek, toplumcu gerçekçiliği reddederek bir dergi çıkardık. O dönemde iç hesaplaşmaya daha çok yöneldik. Aynı şekilde edebiyat yapmayalım demiştik o zaman. Hep biz haklıyız, hep başkaları hatalı meselesini değiştirelim, başka türlü bir edebiyat yapalım. Edebi görüşü olmadan edebiyat yapan, kendini ifade etmek için edebiyat yapan insanlardan olmadım hiçbir zaman. Sanatın insanlığın uyanışında bir önemli halka, bilim gibi bir şey olduğunu düşünüyorum ben. İnsanla ilgili hakikati bulmuyorsam, Milan Kundera’nın sözü benim için çok önemlidir. İnsanla ilgili bir hakikati yeniden keşfetmediğim bir metin yazmam. Bu hep aklımdadır. 

F.B.- Bu hikâyeyi oluşturduğunuzda, kitabın ulaştığı okur için farklı bir bakış açısı oluşturmak gibi bir hedefiniz var mıydı?

G.K.- Bu hikâyeyi “tehcir oldu ama kimseye zarar verilmedi” tezinin içerisinden anlatmak mümkün. “Tehcir hiç olmadı” diye anlatmak da mümkün. Zaten bunlardan varmak istediğiniz yer anlaşılır. “Tehcir olunca insanlar zarar gördü” demek de mümkün. Bu da başka bir bakış açısıdır. Mesele şu, yazar öncelikle neyin peşinde yürüdü; sanat, mesele oluşturmanın peşine düştü mü; insanlarla ilgili bir hakikati aramanın peşinde yürüdü mü? Ben en çok bunu düşünürüm. Tehcirle ilgili düşüncelerini değiştireyim insanların, benim bakışım başka olduğu için, benim gibi düşünen birinin seçeceği bir konu. Biz ve ötekiler. Bende “biz” yok. Hangisinin biz olduğu belirsizdir, insanlar zarar gördüler.  Bunu hiçbir zaman dillendirmedim ama bu bakıştan yazıldığı bellidir. İnsanlar bunu kabul etmiş, etmemiş, değişmiş, değişmemiş diye bir şeyi hiç hesaba katmadım. Çünkü çalışırken şöyle bir sorumluluk duydum tam tersi olarak, ya Ermenileri incitecek bir şey yaparsam ya da Türkleri incitecek bir şey yaparsam… Hep iki taraflı bir kaygı duydum. Biz diye bakmazsanız, her iki tarafı da incitmekten korkuyorsunuz. Haklı olarak, senin bizimle çözemediğin problemin ne, sorusuna varabilir. Benim böyle bir problemim yok. Benim siyaseten bir problemim olabilir. Bu siyaseten olan durumu, biz ve ötekiler, biz ve iktidardakiler, biz ve geçmiştekiler diye ayırmam da doğru olmazdı. Hiçbir biçimde o “biz” duygusunu vermemem gerekiyordu. Ben bununla uğraştım aslında. İnsanlara bir siyasi hakikati açıklamak için değil, gerçekte “biz” duygusunu oluşturmadan bir hikâyeyi anlatmanın peşinde dolaştım. 

F.B.- Ayna ve zaman… Zaman sizin en büyük meselelerinizden biri. Neden “zaman”?

G.K.- Zamanla uğraşmak hoşuma gitti, beni çok çeldi. Burada çarpıcı olan şey şuydu. Çok uzun zamandır bu meseleyi düşünüyorum. Çocukluğumdan beri fotoğraflar benim ilgimi çekmiş. Hep şöyle düşündüğümü fark ettim. Sanki ölmüş kişiler, öleceklerini bildikleri son bir anda bakmışlar gibi. Eski fotoğraflar zaten öyledir ya, bir bakıştır. Bugünlerde her anınızın bir fotoğrafı olduğu için yaşam gibi daha çok. Ama eski fotoğraflarda öyle değildir, onlar da dururlar zaten, durup bakarlar. Dolayısıyla bu bir veda bakışı gibi görünebilir ya da başka bir şey. Her türlü yoruma açıktır o bakış. O yüzden de öyle yorumladığımı fark edip o an duruyor diye düşündüm. Romandaki en çarpıcı an da bilinmez geleceğe bakıyor ve sonra yıllar geçiyor biz o ana bakan kişinin yüzüne bakıyoruz. Ama bakan bizi görmüyor, biz onu görüyoruz. O belirsiz bir geleceğe bakarken bir de bilmediğimiz bir geçmişe bakıyoruz. Donmuş bir zamandır, donmuş bir aynadır, unutmuştur üzerindeki şeyi. Bu unutma meselesini defalarca başka yerlerde işleye işleye romanın içine yayarak zamanın donduğu bir kesit olarak alındığı ve bizi çok yakacak bir anı bulmakla ilgili bir çalışma oldu. Tabii ki en kritik şey de buydu. O yüzden kozmik anları yani fotoğrafa baktığınız anı, küçük küçük parçaları anlattım. Her biri bir aynada duran bir şey ama. 

F.B.- Unutkan Ayna’dan bakacak olursak zaman ve insan ilişkisi çok öne çıkıyor. Bütün Hallerinizle Efendim öyküsünde var: “O fotoğrafı çeken ben artık yaşamadığım halde vizörden baktığım an yaşayacak.” Sorum şu; bugün zaman-insan ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

G.K.- Günümüzde belirleyici olan şey hız. Hızlı olan hiçbir şeyin ayrıntısı belli olmaz.  Günümüzde zaman-insan ilişkisinin hızla ölçüldüğünü, dolayısıyla da insanlarda şimdiki zaman dışında belleğin olmadığını düşünüyorum. Geçmişle ve gelecekle ilgili derin bir ilginin ve bilginin olmadığını düşünüyorum. Sürekli şimdiyi tüketen, şimdiyle sınırlanmış olan ve haklı olarak da gelecekte ne olacağını kestiremeyen,  geçmişin hiçbir işe yaramadığını ve korumanın gerekmediğini düşünen bir yaşam biçimi var. İnsan olarak diyalektik bütünlüğü olmayan, geçmişin ve geleceğin şimdiki zamanı biçimlendirdiği ve hepsini bir arada tükettiğimiz bir noktadayız. Günümüzde her yere ve her şeye çok hızlı ulaşabildiğimiz için sorumluluk duymuyoruz. Doğaya, topluma, insana karşı sorumluluk duymadığımız için de çok kolay yıkıp vazgeçebiliyoruz.

F.B.- Güçlü kadın karakterleriniz var. Kadın bakış açısını, düşünce biçimini hatta kadınların duygusal gelgitlerini aktarmakta da çok başarılı olduğunuzu düşünüyorum. Yaşama kadın gözüyle bakabilmek nasıl bir şey bir erkek olarak?

G.K.- Doğrusunu söylemek gerekirse iyice düşünmem gerekiyor. Anlatıcı hangi cinstense o dille yazmasına alışmışız. Yazar erkekse bunu yazan erkek ya da tam tersi. Kadın yazarlığı, diye bir şey var. Hâlbuki ben yıllar önce Kristal Bahçe’de, kadın yazar kavramı kadını küçülten bir şeydir, diyerek itiraz etmiştim. Ben yazarın cinsel kimliğinin olmadığını düşünüyorum. Bence yazar ne erkek, ne kadın, ne de eşcinseldir; yazar dördüncü cinstir, hepsidir. Dolayısıyla ele aldığı konu kadın davranışıysa, kadın davranışı nasıl oluyor diye bakmanız, düşünmeniz gerekiyor. Soruyorum, tartışıyorum, üzerinde düşünüyorum, kendi kafamdan karar vermemeye çalışıyorum. Kadın davranışı denen bir düşünme tarzı var mı, öyle bir daire var mı; bu durumda kadın olsa ne yapar, erkek olsa ne yapar diye düşünüyorum. 

F.B- Unutkan Ayna’yı ilk elime aldığımda içindekiler sayfası dikkatimi çekmişti. Orada bir metin var, hatta bence şiirsel bir metin. Bir söyleşinizde şöyle demişsiniz; “İçindekiler sayfasına yazdığım her cümle benim ilk kitabımdan bugüne bütün romanlarımdaki olayları düşünerek kurduğum özlü sözlerdir. Unutkan Ayna’ya adeta baskına gelmişlerdir, yeni bir bağlam oluşturmuşlardır, bölümlere esin ve ruh katmışlardır.” Neden böyle bir bağlam oluşturmak istediniz?

G.K.- Metin beni çağırıyor. Çizgili Sarı Defter’de “hiçbir zaman yetişmez öbür zamana” diye bir söz var. Unutkan Ayna’da da var. Ona refere ettim. Yazar olarak bir bütünlük de sağladığını düşünüyorum. O söz o kadar güçlü ki, bir öyküde kullanmışım. Borges’in davranışının farklı bir biçimini sergilemiş oluyorsun. O hayali yazarlara referans yaparken ben kendi metinlerime referans yapıyorum. Hiç değilse bu kitap diğerlerini de hatırlatsın, diğer kitaplarımda da zamanla ilgili aforizmalar vardı. O aforizmaların esiniyle yazdım pek çok şeyi. İçindekiler sayfası da coşkuyla yazdığım bir anda ortaya çıkan bir şey. 

F.B.- Dille ilişkinizi nasıl tarif etmek istersiniz, diye soracağım. Dil sizin için nedir? Ama “Başkalaşım” öykünüzdeki yok olan diller ve ortaya çıkan yeni dil kavramının da okurken beni çok etkilediğini söylemeden geçmeyeyim. 

G.K.- Dünya dillerinin kaybolması, İngilizcenin diğer dillerden aldıklarıyla bir dünya diline dönüşmesi ama İngilizce olmaktan çıkması ve “worldish” olması mümkün. Bir distopya ama olabilir. Bizim dilimizde de –force et, diyor mesela – yüklemler, kısaltmalar beni düşündürdü. Hiçbir dil yaşamaz diye düşündüm. Fetihler, ticaret, daha bir sürü belirleyici şey var bir dilin yaygınlaşmasında. Dille ilgili bu mesele bir türlü nasıl cevap vereceğimi bilemediğim bir mesele. İnsanın doğduğu ve işittiği dilde kendini ifade etmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dille ilgili bir coğrafya tasarlıyorum. O yüzden de dilin konuşulduğu coğrafyayı hedefliyorum. Oradan çıkan dilin üzerinde çalışıyorum. Dil meselesini de anavatan olarak görüp oradan ilerlemeye çalışıyorum. Bütün deyişler, deyimler, söz yapısı, anlatım tarzı hep oralardan damıttığım şeylerdir. Tesadüfi değil yani.

F.B.- Hem roman hem öykü yazıyorsunuz. Oyunlaştırdığınız eserler var. Roman ve öykü arasında bir tercih yapmanız gerekse, kendinizi hangi türün içinde daha rahat, ona daha yakın hissediyorsunuz?

G.K.- Kendimi romana daha yakın ve rahat hissederim ama bu öyküyü incitir diye korkarım. Öyküyü de çok severek, bir roman kadar zor yazıyorum. Herhangi bir öyküyü senelerce düşündüğüm oldu. 

F.B.- Yaşar Kemal der ki, ben aslında tek bir roman yazdım. Genellikle bir yazarın tüm eserlerinin bir ya da iki fikir etrafında döndüğü söylenir. Sizin de bir zaman meseleniz var, Kapadokya’yı coğrafi olarak kullanıyorsunuz. Bu fikre katılıyor musunuz?

G.K.- Bu iki yönüyle tartışılabilir bir konudur. Bir yönüyle hep aynı şeyi yazıyoruz diğer yandan da düşündüğünüz zaman böyle yapmamaya gayret ettiğinizi de görürsünüz. Ben aslında birbirine benzer şeyler yazmamak için şöyle bir ilkeyi kurmaya çalıştım: Başka yazarlar gibi yazmamak ve kendi yazdığım gibi yazmamak. Yazdığım metin daha önce yazdıklarıma benzemeye başladığı an müdahale ederim ya da onu farklılaştıracak bir düzlem bulmaya çalışırım. Birbirine çok benzeyen iki hikâyeyi Güvercine Ağıt’ta ve Kalenderiye’de anlattım. Her ikisi de bir dervişin âşık olmasını anlatır ama başka yüzlerini gösterir. Kast edilen, biz aslında benzer bir diller benzer bir karakter dizilişiyle yazıyoruz, demekse; yok, ben ona da katılmıyorum. Dil açısından da hem aynı gibi hem de değil. Farklı dönemlerdeki Orta Anadolu Türkçesini edebiyat seviyesine yükselttim. Aynı gibi görünen hikâyelerde başka kişileri, hikâyenin başka yüzlerini anlattım. Vatan budur işte. 

F.B.- Biraz önceki soruya da döndük aslında. Zaman meseleniz var ama dil meseleniz de var. Her kitapta farklı bir dili yaratıyorsunuz. Başka bir soruyla devam edelim. Anlatacağınız hikâye üzerine çok düşünüyorsunuz, çok zamanınızı alıyor belki çok okuyorsunuz. Başlamadan önce her şey kafanızda şekillenmiş oluyor mu yoksa yazarken değişiyor mu?

G.K.- Yazma süreci, yaratım süreci. Bazen yeni kişiler istiyor, o yeni kişiler bir sürü zorluk çıkarıyor. Eski kişilerden bazısı gereksiz oluyor ya da gerekliyse nasıl dâhil olacak… Yani bir altın makasınız olacak yanınızda, sürekli olarak doğrayacaksınız. Bazı insanlar biçim değiştirecekler, ilk doğdukları gibi yer alamayacaklar hikâyenin içinde başka bir şekilde yol alacaklar. Bazen sürpriz yapacaklar birden bire. Mesela çok uzun süre sonunu bilmiyordum Unutkan Ayna’nın. Benim için de çok sürprizdir. Ben başka türlü biteceğini düşünüyordum; kaçıp kurtuluyorlar sonra yazdıkça bunun için roman yazılır mı demeye başladım. Bu ne ya, dedim kendi kendime. Kızdım. Sen okuru rahatlatmamalısın, öyle bir silkelemelisin ki… Böyle bir şeyim var, başı ve sonu çok çarpıcı olmayan bir şeyi yazmamaya çalışırım. 

F.B.- Etkisinde kaldığınız, size esin kaynağı olan yazarlar var mı? Hangi yönleri sizi etkiledi?

G.K.- Etkilendiğim yazarlar tartışmasız olarak bütün batı romanının tarihi yazarları benim için çok önemlidir. Ibanez -Mahşerin Dört Atlısı, Tolstoy, Balzac başta olmak üzere Fransız Edebiyatı ilk aklıma gelenler. Bir güney hattı çizebiliriz. Ama bir yoruma göre de Rus edebiyatı Balzac da dâhil olmak üzere bütün bunları özümsemiştir. Herkes kendi gittiği yolu bilir, ben de güney hattının yazarı olmaya gayret ediyorum. Bu nedir; daha çok hikâyesi belli, olay örgüsüne dayanan çarpıcı bir şey söylemeye ve insanların keşfine dayanmaya çalışan bir edebiyat yapma peşindeyim. Ben söz oyunları ve kahramanın iç dünyasını çok sorgulandığı büyük içsel, kafkaesk edebiyat yapmam. Seve seve okumak başka ama benim yolum, benim yazarlığım o değil. Kavram ve bilgiyi edebi sezgiye dönüştürmek isteyen bir yerden gelirim; derin ve katmanlıdır, kolay olmadığının farkındayım ama eğlenceli olduğunu düşünüyorum. Kendi gittiğim yolu seviyorum.

F.B.- İyi bir edebiyat eleştirisi olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce günümüz edebiyatına katkısı nedir?

G.K.- Eleştirinin başarılı olabilmesi için yazarların dünyası kadar içerden duymaları gerekir, ben duyulduğunu düşünmüyorum. Yazarlar kendileri müdahale ediyorlar o yüzden. Ben de Oscar Wild gibi düşünüyorum, her yazar aynı zamanda bir eleştirmendir. Yapmayarak seçmiş olduğu şeyi gösterir, şöyle yapılmalı diyerek doğruyu gösterir. Oscar Wild’ın Emile Zola ile tartışması gibi kavramlarla edebiyat yapmalıyız. İyi kitap vardır, kötü kitap vardır diye Zola’ya ateş püskürür. Ben Zola’nın da tarafındayım üstelik sadece Wild gibi de düşünmüyorum. Ama bunlar derin insanlar, böyle tartışabilmişler. Ben bizde daha çok işin popüler edebiyattan gittiği düşüncesindeyim. Kendi fikirlerimi de beyan etmiş yazarlardan biriyim. Kristal Bahçe’de yaptığım da budur. Yazarlar bir ölçüde kendilerini ortaya koyuyorlar.

Okuduğunuz bu söyleşi sayfalarımıza sığabilen cümlelerden oluşuyor. Aslında söyleşi de sohbette saatler boyu sürdü. Gürsel Bey’in pişirdiği lezzetli yemeğimizi yedikten sonra günü bitirdik. Dönerken eski gar binasının içinde durdum birkaç dakika. Kaderine terk edilmiş, hüzünlü, sıcak bir bakıştı. 

*Söyleşi 13 Temmuz 2017 tarihinde Gamlı Baykuş Dergisi için yapılmıştır.

2022 Okuma Listesi

$
0
0

Fotoğraf, Bologna Salaborsa Kütüphanesinde çekildi ;)

Geri sayım başladı, yarın gece yeni umutlarla başımızı yastığa koyacağız. Bugünden yarına mucizevi bir değişiklik olmasa da dilerim ki hepimiz için güzel günlerin başlangıcı olur 1 Ocak 2023. Adettendir ya hepimiz az çok geçtiğimiz bir yıl içinde neler yaptığımız düşünür, kendimizce bir değerlendirme yaparız. Ben de daha önce yaptığım gibi (Pandemi süresince yapmadığımı da yeni fark ettim :) bir kitap listesi yaptım. Bir kısmını atölyelerde olmak üzere 68 kitap okumuşum.

"Ne okudun," diye merak edenlere ya da "Ne okusam," diye soranlara işte listemiz.

👇

Mucizevi Mandarin, Aslı Erdoğan

Bozkır Çiçekleri, Selçuk Baran

Bu Kitabın Yazarı Öldü, Bahar Yaka

Bilinmeyen Adanın Öyküsü, José Saramago

Ölülerle Uzlaşmak, Margaret Atwood

Narziss ve Goldmund, Hermann Hesse

Venedik'te Ölüm, Thomas Mann

Sanatçının Kendine Yolculuğu, Nilüfer E. Güngörmüş

Sevilen, Toni Morrison

Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad

Kuzeye Göç Mevsimi, Tayep Salih

Kuzey, Burhan Sönmez

Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille

Kötülük Üzerine Bir Deneme, Terry Eagleton

Tirza, Arnon Grunberg

Değişim, Mo Yan

Dolambaç, Gerbrand Bakker

Ursula k. Le Guin, Seran Demiral

Bologna'nın Kırmızı Tenteleri, John Berger

Miras, Vigdis Hjorth

İsa Bu Köye Uğramadı, Carlo Levi

Salkım Hanım'ın Taneleri, Yılmaz Karakoyunlu

Yaratma Cesareti, Rollo May

Aşkale Yolcuları, Rıdvan Akar

Sinemada Ağlarken, John Manderino

Döngel Dünya, Ethem Baran

Köpekleri Seven Adam, Leonardo Padura

Kütüphanelerin Bilinmeyen Dünyası, Susan Orlean

Doğu Batı, Salman Rushdie

Portekiz Mektupları, Guilleragures

Deccal'in Hatırı, Sezgin Kaymaz

Nişanlılar, Alessandro Manzoni

Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü, Antonio Tabucchi

Aşıklar Bayramı, Kemal Varol

Bay Yüzde Beş, Jonathan Conlin

Kısas, Sezgin Kaymaz

Son Şȗra, Sezgin Kaymaz

Zor Zamanlar, Charles Dickens

Requiem, Antonio Tabucchi

Portekiz'e Yolculuk, José Saramago

Ricardo Reis'in Ölüdüğü Yıl, José Saramago

Eugénie Grande, Honoré de Balzac

Üç Büyük Usta, Stefan Zweig

Mahşerin Dört Atlısı, Vicente Blasco Ibanez

Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi, Enrique Vila-Matas

Sarı Duvar Kağıdı, Charlotte Perkins Gilman

Buzkandilleri, Kadire Bozkurt

Kanlı Oda, Angela Carter

Kumdan Türek, Abdulrazak Gurnah

Şato, Franz Kafka

Manzaralı Bir Oda, E.M. Forster

Kısasa Kısas, William Shakespeare

İtalya Seyahati, Goethe

Bir Arkadaşlık, Silvia Avallone

Sene 84, Devrim Alkış

Bayan Dalloway, Virginia Woolf

Orlando, Virginia Woolf

Çember Apartmanı, Defne Suman

Barbarları Beklerken, J.M. Coetzee

Babamın Yeri, Annie Ernaux

Yalın Tutku, Annie Ernaux

Seneler, Annie, Ernaux

Mor, İnci Aral


Bir Film, Bir Hayat, Birçok Yalan

$
0
0


Uzun zamandan sonra ilk kez bugün sinemaya gittim. Beyaz perdenin o büyülü dünyasını çok özlemişim. 
Hangi filmi izledim? 
Korsaj
Öncelikle dönem filmlerini izlemeyi sevdiğimi söyleyerek başlamalıyım Korsaj'dan ve Sisi'den bahsetmeye. Bu filmi izleyene kadar Sisi ya da tam adıyla Elisabeth Amalie Eugenie, pek tanıdığım bir isim değildi, güzelliğiyle nam salmış bir imparatoriçeden başka bir anlam ifade etmiyordu benim için. Filmi izledikten sonra fırsat bulur bulmaz hayatı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için biraz araştırma yaptım ve Sisi'nin hayatının da Prenses Diana ya da Marie Antoinette gibi görünenden, anlatılandan, yakıştırılan sıfatlardan çok farklı bir hikayesi olduğunu öğrendim.



Elisabeth Amalie Eugenie, Bavyera Dükü Maximillian Joseph'in dördüncü çocuğu olarak 1837'de dünyaya gelmiş, diğer kraliyet mensuplarının aksine Dük, aristokrasinin katı kurallarına ve yaşam tarzına pek de bağlı değilmiş. Elisabeth, doğayla iç içe bir yaşam sürmüş on beş yaşına dek; kır gezileri, babasıyla birlikte çıktığı avlar, binicilik dersleriyle doldurmuş zamanını, ele avuca sığmayan bir kızmış. Doğumunun Noel gününe rastlaması ve ağzında bir süt dişiyle doğmuş olması onun şanslı hayatına bir işaret olarak kabul edilmiş.
Teyzesi Arşidüşes Sophie, oğlunu tanımadığı bir kız yerine yeğeniyle evlendirmeyi düşünerek kız kardeşi Ludovika ile yeğeni Helene'yi Bad Ischl'a davet etmiş. Davete Sisi'de katılmış ve Avrupa'nın en güzel prensesi unvanını çoktan elde etmiş olan on beş yaşındaki Elizabeth'i görünce Franz Joseph onunla evlenmek istemiş.
Aslında Sophie, Franz Joseph ile Sisi'nin evlenmesini hiç istememiş olsa da oğlunun ısrarına dayanamayarak bu evliliğe onay vermiş.1853 yılında Viyana'da evlenmişler, Sisi henüz on altı yaşındaymış.  Düğün şenlikleri sırasında, genç ve güzel imparatoriçeyi görebilmek için sokaklara dökülen binlerce kişinin görüntüsü Sisi'yi öyle korkutmuş ki Hofburg imparatorluk sarayına giderken arabada hıçkıra hıçkıra ağlamış.
Evliliğe ve kamusal hayata başlangıçtaki bu olumsuzluk hep devam etmiş. Sarayın katı kurallarına alışmaya çalışırken arkadaşsız, uyumsuz ve kendine güveni sarsılmış küçük bir kadın olarak kalmış. Evliliğinin ilk dört yılında üç çocuk doğurmuş. Melankolik hali, halkın arasında görünmekten ve İmparatoriçelik görevlerinden hoşlanmaması eşi ve kayınvalidesi tarafından hep çocukça bir kapris olarak görülmüş. Onu memnun etmek isteyen eşi uzun süreli seyahatlere çıkmasına izin vermiş. İlk iki kızı Arşidüşes Sophia tarafından neredeyse elinden alınarak, haftada birkaç saat görmesine izin verilerek büyütülmüş, bu arada büyük kızı henüz iki yalındayken hastalanarak ölmüş ve Sisi bu kederin üstesinden gelememiş. Tek oğlunu 1858'de dünyaya getirmiş, o da diğer çocukları gibi elinden alınmış. İlk kez buna itiraza yeltenmiş ama sağlığı buna izin vermemiş, nedeni bilinmeyen karın ağrıları ve öksürük krizleriyle boğuşmuş. 


1867'de Macaristan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda eş hükümdarlık olunca Franz Joseph, Macaristan Kralı olarak taç giymiş ve Sisi de Macaristan Kraliçesi olmuş. Macarlara yeni özgürlükler verilirken çiftin son çocuğu Marie Valerie, 1868'de Budapeşte'de doğmuş. Bu uzlaşmadaki rolü nedeniyle Sisi, Macar halkı tarafından çok sevilmiş. Elisabeth, kederinden, melankolisinden ve mutsuz evliliğinden kurtulabilmek için Macaristan'a kaçmaya başlamış, burada Başbakan Gyula Andrássy ile olan arkadaşlığı da dedikodulara yol açmışsa da neyse ki Marie-Valerie babasına çok benziyormuş ve Sisi tüm bakımını kendisi üstlenmiş. Kayınvalidesi ölünce üzerindeki baskı biraz olsun hafiflemiş olsa da Schönbrunn'dan uzak durmaya çalışmış. Franz Joseph'in kendisi için yaptırdığı Hermesvilla da onu mutlu etmemiş.
1889'da oğlu bir cinayet-intihar vakasıyla öldüğünde ağır bir depresyon geçirmiş. Veliaht Prens Rudolf, 17 yaşındaki metresi Mary Vetsera ile Mayerling av köşkünde ölü bulunmuş. Hem Rudolf hem de Vetsera geride notlar bıraksa da, ölümlerinin sebebi bir sır olarak kaldıkça çifte cinayet söylentileri devam etmiş. Başlangıçta Vetsera'nın Rudolf'u kendini öldürmeden önce zehirlediği düşünülmüş, ancak daha sonra Rudolf'un her ikisini de bir cinayet-intihar anlaşmasıyla vurduğu belirlenince Sisi'nin üzüntüsünü iyice derinleşmiş.

The Reluctant Empress'te yazdığına göre Sisi, Marie Valerie'ye "Rudolf'un kurşunu inancımı öldürdü" demiş. Sisi, bundan sonra Avrupa'yı ve Kuzey Afrika'yı dolaşmaya başlamış. Koruma istemeden ve hep siyahlar giyerek yapmış bu seyahatleri. İşte bu seyahatlerden birinde de ölüm gelip onu bulmuş.10 Eylül 1898'de Orléans Prensi Henri'ye suikast düzenlemek üzere İsviçre'ye gelen İtalyan anarşist Luigi Lucheni, prensin gelmekten vazgeçtiğini öğrenince gazete haberlerinden şehirde olduğunu ve takma bir adla dolaştığını öğrendiği Sisi'ye rastladığında elindeki ince uçlu iğne törpüyü göğsüne saplamış. Ne olduğunu anlamayan Sisi, düştüğü yerden kalkıp iskeleye giderek vapura binmiş. Vapurda baygınlık geçirince, doktor aranmış ancak sadece bir hemşire varmış. Korsesi çok sıkı olduğu için kanama görünmediğinden ne olduğu anlaşılamamış. Kısa bir süre kendine gelip sonra yeniden bayılmış. Baygın halde oteline götürülmüş ancak otele vardığında çoktan öldüğü anlaşılmış.



Melankoli, tesadüfler ve acıyla yoğrulmuş bir hayat hikayesi. Tüm okuduklarımdan edindiğim izlenim şu ki Sisi aslında akıllı bir genç kadınmış. Günde üç saat süren saç bakımları sırasında İngilizce, Fransızca ve Yunanca öğrenmiş. Şair Heinrich Heine'ye büyük sevgi besleyen Sisi kendi de uykusuz gecelerini yazarak değerlendirirmiş. Edebiyat, felsefe, tarih okumayı severmiş. Saray kuralları gereğince hiçbir şey yapmamak, istediği gibi yaşayamamak onu melankoliye sürüklemiş. Üstelik on beş yaşına kadar özgürce sürdürülen bir hayattan sonra hiç de kolay kaldırılabilecek bir ağırlık olmasa gerek. Zaman zaman hastaneleri, özellikle kadınların kapatıldığı akıl hastanelerini dolaşmış. Koşulların iyileştirilmesi için çabalamış. Ama güzelliği kendisinin önünde öyle büyük bir duvar örmüş ki aşamadıkça o güzelliğin içine hapsolmuş. Saçları topuklarına kadar uzanıyormuş, cildi için özel karışımlar kullanıyor, kırk altı santimetrelik bel inceliğini korumak için korsesini nefessiz kalana dek bağlatıyor, soğuk suyla banyo yapıyor, ince bir dilim et, iki dilim portakal ve sütten başka bir şey yiyip içmiyormuş. Yüzünde kırışıklık olmaması fazla gülmüyor, ağlamıyor, mimiklerini kontrol etmeye büyük özen gösteriyormuş. Otuzundan sonra hiç resmini yaptırmamış ve fotoğraf çektirmemiş.

Yapmasaymış, denebilir mi?
Halkın onun güzelliğine olan ilgisi özellikle kraliyet ailesini çok memnun ederken, ülkedeki marşlarda bile güzelliğinden bahsedilen, gazetelerde, dergilerde kilo alıp almadığı tartışılan, kendisinden güzel olmasının ve çocuk doğurmasının dışında hiçbir şey istenmeyen biri başka ne yapabilir? 



Ya film, Korsaj.
Ben çok beğendim filmi. Anlatılmak istenen hikayenin dolaylı ifade edilmesini hep çok sevdim. Yönetmenle film hakkında yapılan bir söyleşi ya da filmle ilgili herhangi bir yorum, eleştiri, vs okumadan yazıyorum bu yazıyı. 
Filmin ismi zaten bir sıkışma, daraltma ifade ediyor ve tam da Sisi'nin hayatını özetleyebilecek bir kelime bu. 
1876 - 1878 yılları arasında geçiyor hikaye, Avusturya-Macaristan'ın Bosna'yı işgali var arka planda. Sisi'nin içinde de bir savaş var. Eşiyle arasındaki uçurum genişliyor, oğlu kendisinden uzaklaşıyor ve askeri okula gidiyor, kızı ise annesinin kural dışı bir kadın olmasını anlayamıyor çünkü o da aristokrasinin çemberi içine alınmış bir çocuk. Sisi ise kendine bir çıkış yolu arıyor ama bütün yollar kapalı, bu arada biz onu yakından tanıyoruz. Eskrim, binicilik, aletli jimnastik, köpekleri, melankolisi, güzellik belasıyla yüzleşiyoruz. Kırk yaşlarına gelmiş olan Sisi'nin yavaş yavaş hayatının kontrolünü eline alma arzusunun onu nasıl çılgına çevirdiğini görüyoruz. Ona saray kurallarının nasıl dar geldiğini bir başka sahnede, içinde bulunduğu odada kendini bir dev gibi hissedip sığamadığı o planda daha iyi anlıyoruz. Ama bence saçlarını kestiği sahne müthiş, öyle çok anlam barındırıyor ki içinde. Mehmet Altuğ Ersoy, "kadınlar hüzünlerini keser," demişti bir sosyal medya paylaşımında. İşte o sahneyi izlerken bu söz düşüverdi aklıma. 
Sonuç olarak Avusturyalı yazar-yönetmen Marie Kreutzer, tarihi bir karakteri alıp ona gerçeklerden yola çıkarak kurgusal bir hayat hikayesi biçmiş ve Sisi'ye hiç sahip olmadığı o kaçış yolunu göstermiş. Ayrıca film müziğini de Camille yapmış, çok güzel yapmış.

Şuraya Sisi konulu film ve dizilerin listesini de bırakıp sözü bağlayalım.

- SISSI, Yönetmen Ernst Marischka, Avusturya, 1955
- THE EMPRESS, Netflix
- CORSAGE, Yönetmen Marie Kreutzer, 2022





Masumiyetini Kaybetmemiş Bir Şehirden Notlar

$
0
0


İnsan kimi zaman gittiği bir şehri özler. 2016'da gezip gördüğüm, tadına vardığın Sinop'a dair bir zamanlar Vagon Dergi'de yayımlanan yazımdır.

Gitmem gerektiğine ne zaman karar verdim bilmiyorum. Sinop, uzun zamandır görmem gereken yerler listesinin ilk sıralarındaydı. Sonunda Gökçeada’ya da birlikte gittiğim arkadaşlarımla üç ay önce oluşturduk rotamızı. Beni Sinop’a çekenin sadece meşhur cezaevi olduğunu söyleyemem. Belki zaman zaman kulağıma çalınan Sinop’a dair güzellikler, belki Karadeniz’in en az bilinen şehirlerinden biri oluşu, belki çocukluk arkadaşım Sema’nın anlattığı Sinop, belki atalarımın atalarının ruhu.



Sinop’a vardığımızda sabah 07.00 sularıydı, hayat henüz başlamamıştı. Kahvaltı etmek için aklımıza ilk gelen yer meşhur Tarihi Yalı Kahvesi oldu. Surların etrafını dolaşıp kahveye vardığımızda bize bakan altı çift ihtiyar gözle karşılaştık. Kahvenin emekli müdavimleri sabahın o saatinde çoktan yerleşmişlerdi sandalyelere. Üstelik yiyecek bir şey de yoktu, simitçi de açmamıştı dükkânı. Sokak simitçisi bile uyanmamıştı herhalde. Biraz daha yürüyünce gözümüze kestirdiğimiz bir kafede güzel bir kahvaltı yaptık. Günün ilk sürprizi buluttan sızıp incecik yağan yağmur oldu. 



Konakladığımız Karakum hırçın dalgalardan uzak ama yerinde duramayan serin bir denize açmış kollarını. Karşımızda Gerze, bir hayalet misali göz kırpıyor. Kış sabahlarında daha çok görülen meşhur sis, yaz sabahlarının erkeninde de denizi usulca örtüyor. Böyle sabahlarda grileşiyor denizin rengi, karşı kıyı kayboluyor. Karadeniz bütün sahillerden çok güzel görünüyor. Her zaman kıpır kıpır, davetkâr. 

Diyorlar ki; Karadeniz’de üç liman varmış: Sinop, Temmuz, Ağustos… Türkiye’nin en kuzey ucuna, İnceburun’a giderken Akliman ve Hamsaroz’un güzelliklerini kana içtik önce. Türkiye’nin tek fyordu dedikleri Hamsaroz aslında bilimsel olarak bakıldığında buzul aşındırması sonucu oluşmuş. Artık bir tabiat parkı. Balkan Savaşı sırasında Karadeniz’de görevlendirilen Hamidiye Zırhlısı’nın düşman gemilerinden saklanmak için doğal liman olan Hamsaroz’a sığındığı söyleniyor. İnceburun’a vardığımızda, kişisel tarihimde önemli bir anda olduğumu fark ettim. Türkiye’nin en kuzeyinde ama o son noktadan yine de birkaç adım geride. Çünkü Türkiye’nin en kuzey ucu, suların içinde gördüğüm o kaya parçası işte. 



Fenercilik nesilden nesile geçen bir aile mesleği. Garip, yalnız, denizin yanı başında, karadan çok denize ait, mezarın bile… Sadece sizin ve yerinize gelen çocuklarınızın üst üste gömüldüğü bir garip toprak parçası.

Sarıkum için de söylenen bir söz var; deniz, çöl, orman, göl… Rip akıntısı için sık aralıklarla uyarı tabelalarının olduğu bu bölgede Karadeniz adının hakkını veriyor doğrusu. En sakin günde bile köpük köpük kabarıyor dalgalar. Kıyıda çölü andıran sapsarı bir kum ve çorak toprak sonra yemyeşil orman fışkırıyor her yerden. Gözüm alabildiğine yeşile boyandı. Suyu takip ederek Sarıkum Gölü’ne ulaştık. Su kaplumbağaları, su yılanları ve kelebekler karşıladı bizi. Yılanlarla kelebeklerin hızına yetişemedim ama kaplumbağaları yakaladım.

Karadeniz’e başını uzatmış bu memleketin her yerinden buz gibi sular fışkırıyor. Ama en heyecan verici olanı Tatlıca Şelaleleri. Rehberimiz Adem Tahtacı liderliğinde, uzun süre sonuna dek gidip gidemeyeceğimizi düşündükten sonra, tırmanmaya başladık. Ben Sinop’un en çok kayalarını sevdim galiba. İrili, ufaklı yirmi sekiz şelaleyi kayalara tırmanarak, tırmanmanın iyice güçleştiği yerlerde düğümlenmiş iplerle kendimizi yukarı çekerek buz gibi yayık ayran içmeye hak kazandık. İnsanoğluna kafa tutan bu vadiyi baştan sona kat etmek tüm yorgunluğuma değdi. Tüm çamurumuz ve ıslaklığımızla Sinop’a döndüğümüzde yediğim mantıyı kesinlikle hak ettiğimi düşünüyorum. Tercihim cevizlisinden yana.

Tarihi Sinop Cezaevi… Üç yanı denizle çevrili tarihi kale duvarlarının içerisindeki cezaevine ev sahipliği yapan içkale yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar tarafından yapılmış. Grek, Pontus, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlılar kendi dönemlerinde kaleyi korumuş ve güçlendirmişler. Kalenin cezaevi olarak kullanımına ait en eski belgeler ise 1568 yılına dayanıyor. Selçuklu döneminden itibaren uzun süre tersane ve zindan olarak kullanılan iç kale 1882 yılından itibaren cezaevine dönüşmüş. 2000 yılında da müze olarak ziyarete açılmış. Denizin surlara dayandığı, Karadeniz’in hırçın sesiyle çılgına çevirdiği mahkûmlar, hücrelerde güneşi görmeden aylarca kalırlarmış. Kaçmak imkânsızmış. Burada çektiğim fotoğraflara kendimi dâhil etmedim, biri hariç. O da “Sabahattin Ali Koğuşu” tabelasının altında çekilen fotoğraf. Sarı duvarlarından, tarihi surlara dayanan dış duvarlarından, taşından, toprağından acı fışkırıyor. Eskilerin “tabutluk” adını verdiği hücreler hala kan, sidik, ter; insan kokuyor. İdam aralığı dedikleri yerde gölgeler dolaşıyor. 



Dışarı çıkıp güneşin altında yürüdükten bir sonra hissettim nefes alabildiğimi. Konuşmak zor geldi. Ama Sinop acıları unutturmayı başaran bir şehir. Arkeoloji müzesini, Etnografya Müzesini, Camileri, Türbeleri, Pervane Medresesini gezdik. Anadolu’nun her yanı gibi binlerce yıllık bir tarihin üzerinde yürüdüğümü hissettim her adımda. Sikkeler, mozaikler, anforalar, heykeller, sütunlar, el işleri, zırhlar, silahlar... Anlatmakla bitecek gibi değil burada yaşatılan tarih. Hâlâ da bugüne kazandırılmaya çalışılan eserler var. Eski Sinop evlerinin onarımı devam ediyor, Balatlar Kilisesi’nde kazılar sürüyor. Benim için en önemli yerlerden biri de Atatürk’ün harf inkılabını başlattığı okuldu. Tarihi Öğretmen Evi’nin hemen yanında, o meşhur fotoğrafın çekildiği yerde bir küçük anıt var. Burayı görmeseydim, bilmeseydim ne çok üzülürdüm.

İnaltı Kanyonu ve İnaltı Mağarası, yine kayalarla, suyla ve kendimle kaldığım yerler oldu Sinop’ta. Suyun, ağaçların köklerinden, yosunlardan, otlardan, kayalardan aşıp geldiği, salkım salkım döküldüğü bir kanyon burası. Serin, sessiz, ıssız. Sadece ben. Dedim ya, en çok kayalarını sevdim Sinop’un. Kanyondan çıkıp bir saat sonra mağaraya vardık. 75 milyon yalında gencecik bir mağara burası. Damlataş özelliği bulunan mağaranın içinde yürürken hayalgücümü serbest bıraktım, kayaların sesini duymak, göstermek istediklerini görmek için. 


Ve Boyabat’ın bazalt kayalar vadisi, vadideki eko sistem, kelebekler… Kırkkızlar efsanesi… Binlerce yıllık yerleşimlerin üzerine kurulan Boyabat kalesi… Ayancık sahili… Akgöl… Nilüferlerin içinde konaklayan küçük kurbağalar… Erfelek’teki Öztürk Lokantası… Sabah kahvaltısında yediğimiz nokul… Sorduğumuz her şeye gülerek yanıt veren insanlar… Olmayan avm… Gördüklerimizdi. Göremediklerimiz, yetişemediklerimiz ve bir de hayretle fark ettiklerimiz var.


Sinop’taki şoförler korna çalmıyor, kavşakta birbirlerine yol veriyor, yayaya saygı duyuyor. Alışmamışım bu muameleye, garipsedim. Yolumu çevirip “sana hediyem var” diyen çingenelerden, her sokakta konuşlanmış dilenci çocuklardan, elinde “AÇIM” yazılı kâğıtlarla dolaşan insanlardan uzaktım burada. Bir güvenlik bulutu sardı sanki etrafımızı. Çantamızın kapılacağından, cüzdanımızın çalınacağından, taksinin bizi dolaştırıp fazla para alacağından, rahatsız edileceğimizden endişe etmedik. Bilmediğimiz bir kentte olmanın tüm tedirginlikleri kayboldu.

Sinop’ta karşılaştığım, tanıştığım, sohbet ettiğim tüm insanların gülümsüyor olması bir rastlantı mıydı? Yoksa gerçekten “mutlu bir şehir” mi? Bence, henüz saygısını ve masumiyetini kaybetmemiş bir şehir Sinop. Hep böyle kalması dileğiyle…

Teşekkür: Bize Sinop’u karış karış gezdiren ve çok güzel anlatan Sinope Tour’un sahibi ve resmi rehber Sn. Adem Tahtacı olmasaydı o kayaları aşamazdık. 



Ne Hissediyorum Ne Düşünüyorum

$
0
0

 



Dün son yirmi yılın en önemli seçimi vardı. Oldukça çekişmeli, renkli, zaman zaman şiddete dayalı seçim döneminden sonra geldiğimiz noktada nihayet bir değişimin olacağına çok inanmıştık. Gençler ve kadınlar değiştirecekti bu yorgun, yılgın, yozlaşmış sistemi. Akşam olduğunda sevinmeye hazır geçtik ekranların başına ve ilk birkaç saatin sonunda izlemekle izlememek, ağlamakla öfkelenmek arasında gidip geldik. Televizyon kanallarına kafa tuttuk, sosyal medyayı topa tuttuk ama sonucu değiştiremeyeceğimizi zaten biliyorduk.

Ne umdum ne buldum, ne hissediyorum ne düşünüyorum?
Bugün oturup kalkıp bu soruları soruyorum kendime. Mesaj gruplarını, sosyal medyayı, siyasetçilerin söylediklerini, fikirlerini önemsediğim kişilerin düşüncelerini okuyorum, dinliyorum. Bana gelen mesajlara yanıt veriyorum. 
Sonunda kendimle dertleşir gibi buraya yazmaya karar verdim. 
Yirmi bir yıl önce iktidara gelenler sistematik olarak ülkemizin değerlerini, ilkelerini, maddi ve manevi varlıklarını yozlaştırdılar. Her şey paraya dönüştürülebilir hale geldi. Bu anlayış ülke genelinde yaygınlaştı, paranın en önemli değer olduğu bir toplumda kutsal olan da vicdandan, ahlaktan sıyrılıp dinle sınırlandı. Dünya genelinde yaygınlaşan sağ iktidarlar da ellerinin altındaki kırılgan Türkiye demokrasisini pek güzel kullandılar. Peki her şey bu kadar kolay mıydı? Aslında bize kolay ve çabucak olmuş gibi görünen bu düzen sistemli olarak 1950'lerden beri tıkır tıkır işletiliyor.
Bu bir komplo teorisi falan değil. Yavaş yavaş bir topluma zerk edilen cehalet ve yozlaşma zehri. İşte yenildiğimiz şey bu. Yetmiş yıldır buram buram soluduğumuz bu havanın öyle bir kaç seçimde ciğerlerimizden temizleneceğini beklemek biraz da saflık olmaz mıydı? Tam da böyle oldu işte.
Tabii ki moralimiz bozuk, insan içinde olduğu her yarışı galip bitirmek ister. Hele ki bu yarış bizimki gibi yaşam şeklimizi belirleyebilecek kadar önemli bir seçimse. Üstelik bir anne olarak ilk kez oy kullanan oğlumun gece boyunca gözlerinde beliren hayal kırıklığını ve gelecek kaygısını görmek de kolay değildi. Her anne aynı şeyi hissetmiştir tahmin ediyorum. 

Özellikle sosyal medyada öyle çok mesaj gördüm ki, "Ne halleri varsa görsünler. Artık herkes kendi başının çaresine baksın," mealinde olan. Yalan söylemeyeyim ben de ilk anda aynı hislerle doluydum. Ama sonra başka şeyler sordum kendime. Bizim gibi düşünmedikleri, bizim gibi oy vermedikleri için birilerine ceza mı kesmeliyiz ya da merhametimizi kurallara mı bağlamalıyız. Gözümüzün önündeki hastaya, yaşlıya, yaralıya yardım etmeden önce hangi taraftan olduğunu mu soracağız? Doktora giderken kime oy verdiğini mi bilmek isteyeceğiz, ayakları çıplak bir çocuğa ayakkabı alırken anasının babasının kim olduğuna mı bakacağız? Çok acımasız bir dünya kurmaz mıyız kendimize? 
Zaten bugün geldiğimiz yer bu bölünmeden kaynaklanmıyor mu? Edebiyatta sürekli konuştuğumuz ötekileştirme, yabancılaşma meselesinin tam da ortasında duruyoruz ama farkında bile değiliz.
Amacım öyle büyük laflar etmek değil. Ama tam da bu üstten bakışımız sebebiyle bağımızın koptuğu bir kitle var. İletişim kuramıyoruz. Önceden bize öğretilmiş güzellemeleri bir kenara koyup asırlarca cahil bırakılmış bir toplumun Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir anda aydınlığa kavuştuğunu mu düşünelim. Ne yazık ki bu hamle 1954'te Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla yarıda kaldı ve o günden bu güne sağ iktidarlar tarafından sistemli olarak çocuklar, gençler boş bir müfredatın ve dini eğitimin ellerine teslim edildi. Cemaat yurdunda baskı gördüğü için intihar eden genci unutmayalım. Neden? Çünkü cahil ve muhtaç olanın oyu satın alınabilir. Onlara gösterilen yaldızlı büyük saraylar, saçma sapan hülyalı diziler, kahramanlık hikayeleri, hatta cennette tapu vaadiyle sadakatleri sağlamlaştırılabilir. Çünkü gerçek, bilmek istemeyecekleri kadar can acıtıcı olabilir. Düzgün bir işte çalışabilmek de, okuyabilmek de ancak sosyal adalet ve refahın sağlanmasıyla mümkün. İşte ancak o adalet sağlanırsa zaman içinde yaşam biçimi de anlayış da kitlesel talep de değişir ve düzen de değişir tabii. Ama hemen olmaz. Neden kadınlar üzerinde bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor, dizilerde şiddet gören kadınlar bu kadar çok, evlilik temel kurum olarak empoze ediliyor, büyük ve zengin ağa düzeni dayatılıyor, bin yıllık kahramanlıklar filme alınıyor.  Çünkü kadını evde tutmak, eğitimden yoksun bırakmak, bu düzene evlat yetiştirmesini sağlamak önemli. Bir ülke evlatlarını yiyerek besleniyor, büyüyor demeyeceğim de semiriyor. Kimi içerde dişliler arasında eriyip gidiyor kimi de dışarı kaçıyor. Bir yandan da alışmış ve güvende oldukları yaşam biçimlerinin tehdit altında olduğu, artık o muhtaç oldukları yardımı da alamayacakları algısı yaygınlaştırılıyor. Devletin güvenliğinin onun oyuna ya da attığı taşa bağlı olduğu, kısacık da olda bir kahramanlık hikayesi yazabileceği hissi veriliyor.
İktidarın, kişisel zenginleşmenin, hükmetmenin uzun süreli ve sağlam olmasının temelinde de kendi adaletini uygulamak, hayal satmak, eğitimsiz ve muhtaç bırakmak var. Bakınız tüm distopyalar :)
Eh sosyal demokrat olduğunu iddiasında olan partiler de yıllar boyu kendi tutuculuklarının, kırılmaz bükülmez vakarlarının pençesinde ihmal ettikleri bu kitleyi iyice çemberin dışına itmişlerse, bir gün bile hatır sormayıp kapılarını çalmamışlarsa bugün düzeni öyle iki seçimde değiştirmek kolay olmaz.
 


Kimseye bir şey öğretmek ya da anlatmak derdiyle değil de kendi sorularıma verdiğim cevaplarla oluşturulmuş bir yazı bu. Bana göre İBB Başkanının başarısında çalışma masasının arkasına astığı tablodaki anlayışı hayata geçirebilme çabası yatıyor. Bu seçimde önemli bir eşiğin aşıldığını düşünüyorum. Belki ilk kez sosyal demokrasiden yana olan bir parti halkla, üstelik de daha önce fazla dokunamadığı halk kesimleriyle buluştu. Elbette ilk görüşte aşk mümkün değildi ama önemli işler başarıldı. Bir diyalog kuruldu. Ve daha önce iki kez ilk turda kazanmış olan kişi bu kez kazanamadı. İkinci tur zayıf da olsa bir umut vaat ediyor. Üstelik "o kazandı, benden bu kadar, vs..." diyen biri değil de "ben buradayım, mücadeleye devam ediyorum..." diyen biri var. 
Peki bizlerin "Boş ver, bırak kazansın..." deme hakkımız ya da lüksümüz var mı? 
Tünelin ucundaki ışığa gözlerimiz kapamamak gerektiğini düşünüyorum. 


Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

$
0
0

 


Evet, sonunda beklediğimiz yaz geldi. Hatta bugünden sonra bayram bile gelmiş de geçiyor olacak. Tatil mevsimi başlayınca bana en çok sorulan soru "Bu yaz ne okuyalım?" olur. Ben de genellikle kendi okuma planımdan esinlenerek kısa bir liste veririm. Ama bu kez pek hazırlıklı değilim. Zor bir kış oldu benim için; kayıplar, üzüntüler, telaşlar oldu. Yaz gelsin, biraz dinleneyim, üzerimdekileri atayım derken şimdi de başka telaşlar peşindeyim. Malumunuz kentsel ve rantsal dönüşüm özellikle İstanbul'da hızla devam ediyor, çarpılanlardan biri olarak kısa bir süre içinde hem kendi evimi taşımak hem annemin evinin taşınmasına destek olmak zorundayım. Ardından da üniversite sınav sonuçlarının açıklanmasından sonra yaşanacak süreç bizi bekliyor. Ne diyelim her şey sağlıkla, neşeyle olsun elbet dinlenecek bir zaman buluruz. Hadi o zaman kitaplardan bahsedelim.



29 Ekim 2023'te Cumhuriyetimizin 100. yaşını kutlayacağımız için Gergedan Kitabevi'nde yaptığım atölyelere Ekim'de bu temayla başlıyorum. O sebeple ilk önerim mütareke ve cumhuriyetin erken dönemlerine ait kitaplar olacak. Bazı kitapların baskısı yok ama bulunabilirliği var ya da belki kitaplarınız arasında zaten mevcuttur.

- Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

- Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

- Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar

- Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu

- Bir Göçmen Kuştu O, Ayla Kutlu

- Emir Bey'in Kızları, Ayla Kutlu

- Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay

- Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman

- Sahnenin Dışındakiler, Ahmet Hamdi Tanpınar


Ama bazen de seçimlerimiz farklı olabilir. Gündemden uzaklaşmak, daha önce okuduklarımızı bir kez daha yeni bir bakış açısıyla okumak ya da okumaya niyetlenip de bir türlü fırsat bulamadıklarımıza zaman vermek isteriz. Yani klasiklere... Bu yaz klasiklerle buluşmak isteyenler için de önerilerim var.

- Uyanış, Kate Chopin

- Saf Bir Yürek, Gustave Flaubert

- Keyif Evi, Edith Wharton

- İlk Aşk, İvan S. Turgenyev

Bizim de klasiklerimiz yok mu hocam, diyenler için...

- Levâyih-ı Hayat (Hayattan Sahneler), Fatma Aliye

- Mai ve Siyah, Halit Ziya Uşaklıgil

- Fosforlu Cevriye, Suat Derviş

- Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Güzide Sabri

Eğer bu yazıyı buraya kadar okumuşsanız herhalde sabırla çağdaş yazarlar ve hikayeler beklediğiniz içindir. Elbette listemizde o da var. Bu kış Yazarıyla Konuşanlar grubuna katılarak Türkiye'de yazan kalemlerle tanışma, eserlerini takip etme fırsatı buldum. Şimdi sizinle bu deneyimden damıttıklarımla birlikte kendi seçtiklerimi aktarıyorum. 

- Çember Apartmanı, Defne Suman

- Servi Nine ve Üç Güzeller, Arlin Çiçekçi 

- Yalnız, Zeynep Kaçar

- Suni Tebessüm, Fatih Gezer

- Kayıp Yüz, Elçin Poyrazlar

- Yok Yolcu, Kamil Erdem

- Sırça Kanatlar, Derya Sönmez

Dünya Edebiyatından hangi kitapları okusak derseniz, o da aşağıda.

- Kanlı Oda, Angela Carter

- Aile Sözlüğü, Natalia Ginzburg

- Babamın Yeri, Annie Ernaux

- Beyaz Kalp, Javier Marias

- Zaman Sığınağı, Georgi Gospodinov

- Yaz Evi, Daha Sonra, Judith Hermann

- Kar Havası, Jessica Au

Okuduklarımın içinde sanat da olsun diyenlere de önerilerim var:

- Ressamın İsyanı, Gündüz Vassaf

- Dersler, Ian Mc Evan

- Ressam Vasıf'ın Gizli Aşklar Tarihi, Murat Gülsoy

- Leonardo'nun Yahudası, Leo Perutz

- Artemisia, Anna Banti

Yazının da listenin de sonuna geldik, umarım okuyan herkes kendine göre bir şeyler bulur. Birkaç kulaç atıp güneşin kollarına sığınmayı ihmal etmeyin, hayatımıza aldığımız her şeyde ne kadar çok yaptığımız değil ne kadar iyi yaptığımız önemli. 

Keyifli ve sağlıklı bir yaz geçirelim.


Resimler  Antonios Ntoumas & Clker-Free-Vector-Images &   communication-76 tarafından Pixabay'a yüklendi

Kelimelerin Ağır Geldiği Yıl

$
0
0

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."




Bana 2023 nasıl bir yıldı, diye soracak olsalar sanırım Charles Dickens'tan bu alıntıyla yanıt verebilirim. Çok güzel anların ardından büyük acılar yaşadığım, andan ana, duygudan duyguya sürüklendiğim bir yıldı. Instagram hesabımda 365 günü tek tek sayar gibi hissettim kendimi, diye yazdım. Bazen günler geçmek bilmedi bazen içimdeki keder öyle büyüdü ki ne zaman bahar geldi bilemedim. Sevinçler hep daha kısa sürüyor zaten. 

İşte o günlerde kitaplara daha çok sığındım demek isterdim ama o da olmadı. Kelimeler ağır geldi, kimi zaman okuduğum hikayede kayboldum yine de okudum. Çünkü okumanın mutlaka iyi geleceğine hep inandım, ta çocukluğumdan beri.

Burayı da çok çok uzun zamandır ihmal ettim ve son yazıma bakınca sanki listeler yayımlayan bir sayfa gibi görünüyor. Olsun, bu yılın listesini de yazayım, burada dursun. İşte bu yıl okuduğum kitapların listesi ve birkaç not.

Bir Ölünün Defteri, Halit Ziya Uşaklıgil

Halit Ziya 1892'de yazdığı bu romanı önce tefrika etmiş hatta zaman içinde de dilini sadeleştirme yoluna gitmiş. Bir uzu öykü ya da kısa roman diyebileceğimiz bu hikâye bir aşk üçgeni gibi görünse de iki farklı bakış açısıyla anlatılan metnin çoğunda kahraman tarafından yazılan bir anı defterinden okuyoruz olanları. Biraz melankolik ama dönemini yansıtan güzel bir hikaye.

Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri'nin kendi gözlemlerine dayanarak yazdığı bir roman bu. Milli Mücadele döneminde Eskişehir'in bir köyünde yaşayan eski bir subayın gözünden anlatılan hikaye bildiğimiz hikayelerden biraz farklı. Cesur ve fedakar köylü romantizminden uzak. 

Ölmüş Bir Kadının Evrek-ı Metrukesi

Okuyun mutlaka. Tabii ki bir melodram ama yine de bir kadın tarafından yazılan bir kadın öyküsü.  Kahramanımız Fikret aşık olduğu adamın evli ve çocuklu olduğunu öğrenince ondan kaçar. Oysa kader ağlarını çoktan örmüştür bile. Birkaç yıl sonra çok daha zor şartlar altında karşı karşıya geleceklerdir. Dizilerimizin kısa bir özeti gibi ama zaten Güzide Sabri'nin pek çok eseri filme de çekilmiş.

Ufuk Çizgisi, Antonio Tabucchi

İtalyan Edebiyatını çok seviyorum. Tabucchi de sevdiğim yazarlardan biri. Onun aydınlık ve karanlık arasındaki belirsizliği anlatışı her zaman beni cezbediyor. Ufuk Çizgisi de benlik ve kimlik üzerine ufuk çizgisinin belirsizliğinde ilerleyen bir roman.

Baharlar Açarken, V. Blasco Ibanez

Biz Ibanez'i Mahşerin Dört Atlısı ile tanıyoruz. Aslında kendisi pek üretken bir yazarmış ama Türkçede pek tutunamamış, diyelim. Keyifli bir aşk hikayesi diyelim. Benim için müze olan evini görmeye Valensiya'ya gittiğim Ibanez'in edebiyatını daha iyi tanımak için okunan bir romandı.

Bütün İsimler, Jose Saramago

Don Jose'nin bir ismin peşinde kendini aradığı bir roman. Bir Saramago. İkinci hatta üçüncü kez bile olsa okunmaz mı?

Kimlik, Milan Kundera

İnsanlar farklı zamanlarda farklı kimliklere sahip olabilirler, kendilerini bir şeyle özdeşleştirirken, başka şeyi dışarıda bırakabilirler. Öyle mi acaba? Milan Kundera, her zamanki gibi rastlantılar, yanlış anlaşmalarla kurduğu olay örgüsüyle okurunu gözetlemeye davet ediyor. Gözetlemeye diyorum, okuyunca anlayacaksınız.

Hanna ve Kızları, Marianne Frederiksson

Kendini Arayan İnsan, Rollo May

Yaratıcı benlik konusunda yazılmış ilginç bir kitap.

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, Umberto Eco

Yine İtalyan Edebiyatı, üstelik de Eco. Tabii ki muhteşem bir hikaye. Bir hafıza hikayesi ama Eco'nun bir göstegebilim profesörü olduğunu düşünürsek çizgi romanlar ve filmler üzerinden yenilenen toplumsal hafızanın bir dökümü diyebiliriz. Neredeyse bir ansiklopedik bir roman.

Palomar, Italo Calvino

 Italo Calvino okumak kolay değil ama okuyup da bakışını anlamaya çalıştıkça aşık olmamak da mümkün değil. Palomar kendi içinde bütünlüğü olan paramparça bir metin tıpkı diğer Calvino romanlarında olduğu gibi. Palomar bir gözlemci, gözetleyici hatta başlı başına bir göz olduğunu bile söyleyebilirim.

Görme Biçimleri, John Berger

Yoksa siz daha okumadınız mı/izlemediniz mi? https://www.youtube.com/watch?v=q8IrtwUuIJM

Gömülü Dev, Kazuo Ishiguro

Zamanımızın Bir Kahramanı, Mihail Lermontov

Mahcubiyet ve Haysiyet, Dag Solstad

Parasız Yatılı, Füruzan

Bir Son Duygusu, Julian Barnes

Nefret Arkadaşlık Flört Aşk Evlilik, Alice Munro

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, Olga Tokarczuk

Merak unsuru ve ritmi hiç azalmadan ama edebiyattan da ödün vermeden ilerleyen bir roman. Kitabın ilginç ve uzun ismi William Blake'in "Cennet ve Cehennemin Evliliği" eserinde yer alan Cehennemin Atasözleri bölümünden geliyor. Konusu, bir cinayet ya da işlenmiş cinayetin gizemi olarak tanımlanabilirse de ekolojik kaygı, insanın doğaya karşı acımasızlığı da ayrı bir yön çiziyor.

Hüznün Fiziği, Georgi Gospodinov

Bu labirentin içinde dolanmak bana çok iyi geldi diyebilirim. Bence bir ya da iki kez değil sindirerek çok kez okunacak bir roman. 

Mektupların Romanı, Mihail Şişkin

Harika bir mektup roman ama biraz farklı ve şaşırtıcı. İki karakter, iki farklı zaman, iki hayat hikayesi. Yazar kavramsal olarak da zamanı ikiye ayırıyor: İlki, ikilinin kendine ait olan; ikincisi ise ayrılığın ve savaşın hakim olduğu zaman.

Dünyanın Uğultusu, Behçet Çelik

Güvercinler Gittiğinde, Merce Rodoreda

Çok güzel bir romandı, bayıldım :)

Katalin Sokağı, Magda Szabo

Macar Edebiyatı da sevgililerimden bir başkası. Özellikle Szabo'nun hikaye anlatma biçimini çok beğeniyorum. Karakterleri çok gerçek ama aynı zamanda gerçekliğin dışında bir yanları da var sanki.  

Tonio Kröger, Thomas Mann

Yengeç Yürüyüşü, Günter Grass

Ama Fareler Uyurlar Geceleyin, Wolfgang Borchert

İskenderiye Dörtlüsü - Justine, Lawrence Durrell

İskenderiye Dörtlüsü - Balthazar, Lawrance Durrell

İskenderiye Dörtlüsü - Mountolive, Lawrence Durrell

İskenderiye Dörtlüsü - Clea, Lawrence Durrell

Aslında İslenderiye Dörtlüsü, bütünüyle bir yazı konusu olmayı çok çok hak ediyor. Ben de yazmak istiyorum ama ne zaman... Bu dörtlüde özellikle Justine ön plana çıkıyor olsa da her kitabın kendine ait bir dokusu, sembolizmi ve matematiği var. Ayna sembolizmi ve görme duyusu çok belirgin olmasına rağmen bir yandan da kırılmalarla belirsizlik duygusu güçlendiriliyor. Böylece ikinci kitabın başında değinilen Einstein'ın görelilik teoremiyle metnin yapısı arasındaki ilişki de güçleniyor. Şöyle sindirerek keyifle okunacak romanlardan :)

Justine, Marquis De Sade

İskenderiye Dörtlüsü'nü okuduktan sonra bu kitabı okumamak olmazdı. Okudum, bitti!

Fransız Teğmenin Kadını, John Fowles

Uyanış, Kate Chopin

Sessiz Ev, Orhan Pamuk

Kırmızı Pazartesi, Gabriel Garcia Marquez

Deniz, John Banville

İlk kez okudum ve okuduğum hikayeyi çok sevdim. Eşini kaybetmiş bir adamın, çocukluğuna, gençliğine dönerek, hayatının farklı dönemlerini anlattığı dikkatle okunması gereken bir roman. Bir bellek yoklaması.

Ev, Tülin Azar

Romanın başlangıcında biraz zorlansam da sonra kolayca aktı metin. Güzeldi.

Medici Ailesi, Tim Parks

Tim Parks'ın kaleminden Rönesansın en önemli figürlerini okumak büyük bir keyifti.

Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar

Sahnenin Dışındakiler, Ahmet Hamdi Tanpınar

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Dört Tanpınar eserini arka arkaya okumak hafif bir gıda zehirlenmesine yol açmış olabilir ama atölyeler güzel oldu bence ;)

O Gün için Bir Şemsiye, Wilhelm Genazino

Dün, Agota Kristof

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay

Bir Göçmen Kuştu O, Ayla Kutlu

Hayatını Değiştirmelisin, RachelCorbett

Malte LauridsBrigge'nin Notları, Rainer Maria Rilke

Muhteşem Gatsby, Scott Fitzgerald

Gecenin Sonuna Yolculuk, Louıs-Ferdinand Celine

 Aeneis, Vergilius

İlahi Komedya, Dante

Oblomov, Gonçarov

Hayali Yerlerden Yemek Tarifleri, Alberto Manguel

Yemek yapmak konusunda meraklı olmasam da Alberto Manguel tarafından kurmaca eserlerinden alınıp dönüştürülerek üretilen reçeteleri okumaya hiçbir itirazım olmaz. 

 Babil Kulesi Kitabı, Mahir Ünsal Eriş

Cadı Ağacı, Ayla Kutlu

Cüret, Neslihan Önderoğlu

Cemile, Cengiz Aytmatov

Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye, Mustafa Orman

Kuşatma, Füruzan

Bütün Dünlerimiz, Natalia Ginzburg

Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll

Felsefe 101, Paul Kleinman

Temel bilgileri tekrar etmek ve tozunu almak iyidir.


Listedeki bazı kitapları ikinci hatta üçüncü okuyuşum. O hikayeyi daha iyi anlamak, içine nüfuz etmek için bu tekrar okumaların çok değerli olduğunu düşünüyorum ancak başka bir yönü de bildiğim sularda yüzmenin verdiği güven duygusu gibi kendimi o hikayeye teslim edebilmek. Çocukların aynı masalı defalarca dinlemekten sıkılmaması gibi.

Umarım araya fazla açmadan yeniden buluşabiliriz. 

    

 

Dante'den Cahit Sıtkı'ya Otuz Beş Yaş

$
0
0

Resim Waltteri Paulaharju tarafından Pixabay'a yüklendi

Hepimiz biliriz o dizeleri. Kimimiz anne babadan duymuştur kimimiz arkadaştan ya da bir sahafta, kitapçıda karıştırdığımız sayfalarda rastlamışızdır. Belki de evdeki şiir köşesindeki kitapların arasında saklıdır.

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şiir, okumayı çok sevdiğim ama yazma ve üzerine kelam etme cesaretimin olmadığı bir tür. Bu yazı da şiir üzerine değil, Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş şiirindeki Dante ismi ve etkisi üzerine zaten. Şair şiirin ilk dizesine otuz beş yaş ve Dante’yi anarak başlıyor. O zaman biz de önce Dante hakkında konuşalım.

İtalyancanın ve İtalyan edebiyatının babası sayılır Dante. Düşündüklerini gerçekleştirmek, inandığı yolda yürümek için mücadele eden, çile çeken, yıllarca sürgün yaşayan sonunda ölümlü olduğunu bildiği bu dünyada ölümsüzlüğü yakalamış bir şair. Aynı zamanda siyasetçi, düşünür ve eylem insanı. İtalyan dilinin kurucusu olan Dante siyasetçi ve düşünür olarak İtalyan kimliğine ve İtalya Birliği’nin devlet haline gelmesine de büyük katkı sağlamıştır.

1307-1321 yılları arasında yazdığı İlahi Komedya 700 yaşında hâlâ bir baş yapıt. Dante’nin yaşadığı yıllarda İtalya’daki ozanlar Latince konuşup Latince yazmayı bir üstünlük sayarlarmış. Sürgün yıllarında halkın konuştuğu farklı şivelerin tek bir kökten geldiğini fark etmiş ve eserlerinin çoğunda İtalyancayı kullanmış. Yapılan eleştirilere rağmen Latince yerine İtalyanca yazmayı yeğlediği İlahi Komedya halen bu dilin en büyük eseri olarak dikkat çeker. Bugün konuşulan İtalyancadaki kelimelerin yüzde doksana yakınının İlahi Komedya’da bulunduğunu söyler bazı dilbilimciler.

Terza rima denen üçlüklerden oluşan büyük eserin tümünde aynı düzen hakimdir ve ilk kez şair tarafından kullanılmıştır. İlahi Komedya’nın tamamı 14233 dizeden, 33’er kantodan oluşan üç bölüm ile bir de açılış kantosundan oluşur. Hiç bozulmadan devam eden ritmik yapısıyla on iki binden fazla kelime tekrarsız olarak geçer şiirin içinde. Her dize 11 heceden meydana gelir. Dolayısıyla eser hem içerik hem de biçim olarak teslis inancına gönderme yapan sembollerle örülmüştür.

Convivio (Şölen) isimli eserinde insan ömrünü yetmiş yıllık bir yay olarak ifade eden Dante, İlahi Komedya’nın açılış kantosunun ilk üçlüğünde der ki:

Yaşam yolumuzun ortasında

Karanlık bir ormanda buldum kendimi,

Çünkü doğru yol bitmişti.

Bu dizelerle birlikte okuru kendisiyle bir yolculuğa çıkmaya çağırır. Yolculuk 1300 yılı 7 Nisan Perşembe’yi 8 Nisan Cuma’ya bağlayan gece başlar. Tam da insan ömrünün ortası kabul ettiği otuz beş yaşında, ahlaki değerlerin olmadığı, günahkâr bir ortamda yolunu şaşırmıştır. Tüm günahların affedileceği jübile yılında çıktığı bu yolculuk 14 Nisan Perşembe günü sona erer. 1300 yılı Hristiyan Kilisesi’nin ilk jübilesidir, Papa 8. Bonifacio her yüz yılda bir kilisenin jubile yapacağını açıklamıştır. Eserin en önemli motifi rüyadır.   Bu yolculukta elinden tutup kendisine rehberlik edecek kişi olarak Roma İmparatorluğu’nun kuruluş destanı Aeneas’ı yazan Vergilius’u seçmiştir. Yanlışlar içindeki İnsanlığı simgeleyen karanlık ormanda yolunu yitiren Dante; aklın, mantığın ve felsefenin simgesi Vergilius’un yol göstericiliği ve kurtarıcılığı ile doğru yolu bulmak için Cehennem, Araf ve Cennet’e doğru yol almaya başlar.  Birlikte Cehennem’in ve Araf’ın tüm katlarından geçerler. Araf’ın ardından Cennet’e vardıklarında bu kez Beatrice karşılar Dante’yi. Yeni Hayat adlı eserinden bildiğimiz kadarıyla Dante dokuz yaşındayken komşuları Portinari’lerin sekiz yaşındaki kızları Beatrice’i ilk kez görür ve yaşamı boyunca sürecek melankolik bir aşka tutulur. Dante, on sekiz yaşında Beatrice’i bir kez daha görür, fakat sevgisini ona hiçbir zaman söyleyemez. Beatrice, bir bankacıyla evlenecek ve evlendikten iki yıl sonra ölecektir. Dante artık onu evli kadınlara verilen “Madonna” ismiyle çağırmaya ve eserlerinde yer vermeye başlar. İlahi Komedya’nın Cennet bölümünde rehberi Beatrice’dir. Dante’ye Cennet’te eşlik ederek onu Tanrı’nın sevgili kullarının “kutsal bir gül” oluşturdukları onuncu katın eşiğine dek getirir. Cehennem pişmanlığı, Araf arınışı, Cennet ise esenliğe ulaşmayı temsil eder.   Dante, dünyevi iktidarı temsil eden Vergilius ile ruhani gücü temsil eden sevgilisi Beatrice arasında gidip gelen ve doğru yolu bulan insandır.



Cahit Sıtkı ve çağdaşı şairler için ölüm insanın doğduğu anda mahkûm olduğu bir gerçektir. Şaire göre bütün korkular hayal, görünenler ise rüyadır. Otuz Beş Yaş şiirinde ortasına geldiğini varsaydığı ömrünü, bedenindeki ve yaşamındaki değişiklikleri çıplak gözle izler. Korkuya, inanca ya da metafizik bir fikre kapılmaktan uzaktır. Bir yandan da bu yüzleşme yalnızlık ve mutsuzluk hissini ortaya çıkarır. Yine de ölüm fikrine teslim olmayacak kadar yaşama sevgisiyle doludur ve der ki:

Kapımı çalıp durma ölüm,

Açmam;

Ben ölecek adam değilim.

Cahit Sıtkı için ölüm, her mihnete razı gelerek kaçmaya çalıştığı, zaman zaman isyan etse de kaçınılmaz bir son olarak kabullendiği, ilahi bir başlangıç değil bireysel bir son, hiçliktir. 

Otuz Beş Yaş şiiri Dante’nin İlahi Komedya’sında olduğu gibi yaşamın bir yola benzetildiği, yaşam ve ölüm karşıtlığının ortaya konduğu bir izlekle ilerler.  Dante’nin eserindeki ilk üçlüğe atıfta bulunarak şiirinde hayatı 35.yaşın ortada olduğu üç dilime ayırır.

Yaşanmış olan yıllar (34 yaşa kadar), orta yaş olan 35, yaşanacak olan yıllar (35’den yetmişe kadar olan yıllar). Orta yaşı temsilen otuz beş yaşında bedeninde ve yaşamında ortaya çıkan değişimleri anar, ne kadar ağlayıp sızlasa da gençliğin geri gelmeyeceğinden bahseder. Bu değişiklikler kabullenmekte zorlanır, o zamana kadar gençliğini yansıtan aynalar dostuyken artık gün be gün şakaklarındaki akları, yüzündeki çizgileri göstermeye başlamasıyla düşmanı olacaklardır. Gençlik anıları uzaklaşmakta, dostlarla bağları kopmakta ve giderek yalnızlaşmaktadır. Hayatın yükü artık daha ağır gelmeye başlayacaktır. Ayva, nar ve sonbahar imgesiyle hayatın son demlerine atıfta bulunur.

Simgesel olarak bakarsak şair bu şiiri beşli dizelerden oluşan yedi kıta şeklinde otuz beş dize olarak yazmıştır. Her dizede on bir hece vardır. Her kıtanın 1., 3. ve 5. dizeleri ile 2. ve 4. dizeleri kendi aralarında kafiye oluşturur.

İlahi Komedya’da da Otuz Beş Yaş şiirinde de simgesel düzlem burada bahsettiğimizden çok daha derindir. Üzerine sayfalarca yazılabilir. Hem 14.yy’dan gelen Dante hem de 20.yy şairi Cahit Sıtkı otuz beş yaşı yaşam yolunun ortası olarak ifade eder. Yaşam için yol metaforunu kullanırlar. İki şair de ilk aşklarına göndermede bulunurlarken o Cahit Sıtkı için hayal meyal anımsanan şeylerden biri, Dante içinse ona cennette rehberlik eden kutsal bir varlıktır. Dante için ölüm dini inancına uygun biçimde bir yer değiştirme iken Tarancı için tek namazlık bir saltanattan başka bir şey değildir.

İnsan yaşamın bir döneminde geriye dönüp bakma, hayatı, geçmişi sorgulama gereği duyar. Yaptığı hatalar, vazgeçtikleri, vazgeçemedikleri, başarıları, başarısızlıkları bir bir sıraya girip gözünün önünden geçer. Bu hesaplaşma yaşamın günlük rutinlerinden, sorunlarından çok daha derin bir temele dayanır aslında; hayatın kendisine. Bireyin, hayatın içinde nasıl var olduğuyla ilgili sorgusudur bu. Başkalarının biçimlendirmesiyle gelinen yaştan sonra kendi olabilme, doğru yolu bulabilme çabasıdır. Aynı zamanda kalan ömrün kutsanmasıdır. İşte bu kutsama Dante için karanlık bir ormanda başlayarak gözlerinin ışıktan kamaştığı Tanrı katına uzanan bir yol iken Tarancı için delikanlılık çağındaki cevherin tükendiği, uyanamadığı bir uykudan sonra tek namazlık saltanat süreceği taht olan musalla taşında bitip kaybolacak olan yoldur.


Viewing all 239 articles
Browse latest View live